Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

1. Bölüm Giriş

Çevirmen: Zakowske / Editor: Momental

 

Puhak!

Her yere kan sıçramıştı. Bir kadının dalgın bakışları, sol göğsünü delen mızrağa düştü. Kalbine saplanan bıçağın soğukluğunu hissettiğinde, bedeni yavaşça gücünü kaybederken göz bebekleri titriyordu.

Kadının yere yığılmasıyla, ızdırap dolu bir haykırışın sahibi mızrakçının arkasına doğru koşturdu. Mızrakçı, sesin ne kadar hızlı yaklaştığına irkilerek mızrağını elinden düşürdü. Ancak bu kadardı. Mızrakçı hızla arkasına döndü; arkasındaki düşmana yumruğunu salladı.

Hedefi, darbeyle geri savruldu. Mızrakçı durmadı ve kanlı yumruğunu bir kez daha indirdi.

Pat!

Hedefinin kafası anında yarılmıştı. O zaman bile mızrakçı durmadı. Bir kez, iki kez, üç kez… sonunda adamın kafatasını ve beynini parçalarına ayırana kadar hedefinin kafasına vurarak kükreyip haykırmaya devam etti.

Ancak o zaman, yumruklarını durdurup bir çift kan çanağına dönmüş gözle etrafına bakındı. Mızrağını yerden aldı. Sonrasında, beyin parçaları ve insan etinin iğrenç bir karışımıyla ıslanmış toprağı tekmeleyerek ileri atıldı.

Bir iblisi andıran adam, sis girdabına atladı.

Küllerden oluşan bir sis girdabına…

***

Öhhö. Yığılmış kadın kuru kuru öksürdü. Bölgedeki kül kokusundan dolayı kaşlarını çattı. Ancak kaşlarının çatılması bir anlığına sürmüştü. Başını kaldırdı ve çevresini inceledi.

“Kimse var mı…?”

Yalnızca kasvetli bir rüzgar sesi duyuluyordu.

“Herkes… öldü mü?”

Bekledi ama cevap veren olmadı. Hehe. Birden kıkırdadı ve bir ninni söylüyormuş gibi mırıldanmaya başladı.

“Ölü, ölü, herkes ölü…”

Yakındaki, yanmış bir cesede baktı ve diğerlerinden daha iyi göründüğünü düşündü. Başka bir noktada bir zamanlar insan olan bir et yığını kan havuzunda yüzmekteydi. Yüzünü hayal kırıklığı kaplarken etrafına bir kez daha bakındı.

Boğazı ağrıyordu.

Tükürmeden önce bir şekilde üst bedenini kaldırmayı başardı. Rengi biraz yerine geldi ve bulanık görüşüyle gökyüzüne baktı.

‘Nasıl…’

…nasıl bu duruma düşmüştü?

Bir gün, yabancı bir ırk dünyasında belirmişti. Bu daha sonra öğrenilse de bu ırk, asıl vatanlarından kovulmuştu. Ezici bir mağlubiyet tattıktan sonra, dış uzayda uzun bir süre boyunca amaçsızca gezinmişlerdi; ta ki onun gezegenini istila edene kadar.

Gezegeninin yeni efendisi olmak için…

“Şu korkaklar.”

Bu kadın İmparatorluk’a bağlı bir krallığın prensesiydi. Yabancı ırkın ortaya çıkışının haberini aldığında altı ve İmparatorluk’un çöküşünün haberini aldığındaysa on yaşındaydı.

Üstün teknolojisi ve büyü mühendisliğine istinaden ‘Hiç Batmayan Güneş’ olarak övülmesine karşın ulu İmparatorluk, dört yıldan kısa bir sürede yıkılmıştı.

Çok geçmeden yabancı ırk, İmparatorluk tarafından tapılan Baştanrıça’yı yutarak toprakları sahipsiz, ıssız bir yere çevirmişti.

Muhtemelen her şey böyle başlamıştı.

Baştanrıça’sından yoksun gezegen, saldırmak için fırsat kollayan birçok diğer ırkın avı haline gelmişti.

İlk istilacı yabancı ırk, liderlerini yeni Baştanrıça ilan etmiş ve gezendeki kanlı saldırılarını başlatmıştı. Bununla birlikte, yeni yabancı ırklar birer birer belirmişti.

Biri ‘yaşam mücadelesi’ adına savaşıyordu, diğerleriyse ‘fetih’ sancağı altında…

Prenses, geçmişteki olayları hatırlayarak güçsüzce kıkırdadı. Bir zamanlar insanoğlu tarafından hüküm sürülen bu topraklar, şimdi çeşitli yabancı ırkların harp meydanına dönmüştü.

Bir o yana bir bu yana itile kakıla bu toprakların asıl yerlileri, rüzgarda titreyen birer mum alevine benzemişlerdi.

Ancak bu yabancı ırkların ortaya çıkışına, gezegenle birlikte doğan, yedi tapılmayan ilah da eşlik etmişti. Bu yedi ilah, insanların hayatta kalmasına yardım edeceklerine; yerliler de karşılığında onlara tapacaklarına söz verdiler.

Böylece, anlaşmaya varılmıştı. Ancak bu ilahlardan, tuhaf bir şekilde gelen yardım yerlileri hayrete düşürmüştü.

Karşı koyma metotları, ordu kurmak için dünyanın yerlilerine en çok benzeyen yabancı ırkı çağırmaktı.

Başka seçenekleri yoktu. Kudretli İmparatorluk bile yalnızca dört yılda devrilmişti; onun altında hizmet eden krallıklar, yabancı ırklara nasıl direnebilirdi ki?

Üstelik, savaş sırasında nüfusları oldukça azalmıştı.

“O lanet olası orospu çocukları.”

Prenses boş boş gökyüzüne bakarken küfretti.

‘En başından onlara güvenmemeliydik.’

Doğrusu, başlangıçta o kadar da kötü değildi. Yerlilere yardım etmek için çağrılan ilk Dünyalılar, tanrıların kutsal koruması altınca şoke edici bir hızda gelişmişti.

Bununla birlikte, nüfusları artıp yavaş yavaş yerlilerinkini geçtikçe durum değişmeye başlamıştı.

Bunun gerçekten de çeşit çeşit sebebi vardı. Bazıları uluslarına göre, bazıları ten renklerine göre, bazılar dinlerine ve bazılarıysa siyasi görüşlerine göre gruplaşmıştı.

En nihayetinde sorun, ‘çıkar’larıydı. Dünyalılar arasındaki hizipleşme, bir zamanlar uyum içinde olan krallıklar arasında çatlaklara sebep olmuştu. Hayatta kalma arzusu altında kurulmuş ittifak, parçalara ayrılmış ve sebep olduğu iç çatışmalar doğal olarak güçlerini zayıflatmıştı.

Yeni ilahlara karşı ayaklananlar bile vardı.

Gerçekten de akıl ermez bir durumdu.

Ama hepsi bu kadar mıydı?

En sonunda, Dünyalıların çoğunluğu son harbe katılmayı reddetmişlerdi. Soğukça yerlilerin çaresiz yalvarışlarını görmezden gelip ana vatanlarına dönmüşlerdi.

Prensesin öfkeden kudurmasının sebebi de buydu.

“Orospu…”

Bir kez daha küfredecekti ki aniden sustu.

Şapırt… şapırt…

Yumuşak bir ses, giderek soğumakta olan ceset tepeleri arasında yankılanıyordu. Ses ona yaklaştı ancak biraz sağında duraksadı.

Orada duran yanmış bir ceset vardı.

[İnanılmaz.]

Cesedin önünde kelimelerle ifade edilemeyecek büyük bir karanlık duruyordu.

[Gerçekten inanılmaz! Çok bir umut beslemiyordum ama bu kanlı harpten sağ çıkmış olduğunu düşününce…]

‘Bir Dünyalı mı?’

Prensesin sorusunu cevaplarcasına, yığılmış adam kafasını kaldırdı. Prensesin kalbini güçlü bir duygu kaplamıştı ama bunu geri yutmaktan başka bir şey yapamadı.

Dünyalının durumu berbat haldeydi; o kadar berbattı ki bakışlarını kaçırmak istedi.

Sayıları son derece az olabilirdi ama bu, hiçbir Dünyalı savaşa katılmadı demek de değildi. Adamın durumu, savaşta üzerine düşeni yaptığını açıkça ispatlıyordu.

Prenses, bunun üstüne bu kadar düşününce adama sempati duymaya başladı. Aynı zamanda da ne yazık diye düşündü.

‘Yalnızca diğer Dünyalılar da onun gibi olsaydı…’

[Başarımlarını biraz daha övmek isterim ancak geriye çok zamanın kalmadı.]

Prensesin kulaklarına pes bir ses çarptı.

[Sözünü tuttuğuna göre şimdi de sözünü tutma sırası bende. Söyle, dileğin nedir?]

Karanlık, adamın gözlerine çöktüğünde gücü kalmamış gözleriyle ileri doğru baktı. Ağzını açtığında ağız dolusu kanla birlikte organlarının parçalarını da kustu. Ses tellerinden geçen havanın sesi, ağzından çıkan tek şey olduğundan adam sesini yitirmiş gibi görünüyordu.

[Konuşmak zorunda değilsin. Aklını okuyabilirim… yani dirilmeyi mi diliyorsun?]

Prenses neredeyse kahkaha atacaktı. Dirilmeyi dilemek mi? Ne işe yarayacaktı ki? Her şey çoktan sona ermişti.

[Hayır mı? Ne aptalca, hayatın pamuk ipliğine bağlı. O halde istediğin nedir? Yoksa… zenginlik? Onur? Bu durumda mı?]  

“…”

[Ne?]

Birden karanlığın ses tonu yükseldi.

[Baştan mı başlamak istiyorsun?]

Prensesin kalbinde birden uğursuz bir his filizlendi.

[İmkansız!]

Öfkeli bir ses yeryüzünü sarstı.

[Senin başarımlarınla bile, zamanı geriye döndürmek nasıl mümkün olabilir?! Yalnızca başardıklarınla her şeyi eski haline döndürmeyi mi istiyorsun?]

“…”

[Küstah! Belki bugünkü başarımını onlarca kez daha elde etseydin… ama mevcut durumda, dileğini yerine getiremem. Ruhun bir yana, bedeninin tek bir parçası bile geri gönderilemez!]

“…”

[Ne kadar da inatçısın! Hayatının sona ermek üzere olması ve şimdiye kadar elde ettiğin başarımlarından dolayı, kendime hakim olacağım. Başka bir dileğini söyle.]

Sonra, ağır bir sessizlik çöktü.

[…Neden böyle bir şey diledin?]

Adamın kafasının düşmesinin acınası manzarası, karanlığı etkilemiş miydi? Prensesin kulaklarındaki ses hafifçe yumuşamıştı.

[Çocuk, acele et ve dirilmeyi dile. Eğer gerçekten dileğin buysa gelecekte, daha fazla başarım elde edince tekrar sorabilirsin. Mümkün olacağını söyleyemem gerçi.]

Adamın omuzları çok hafifçe kalkıp inmişti. Gülüyor gibi görünüyordu. Bu harpte hayatta kalmak bile zaten bir mucizeydi. Ama şimdiye kadar elde ettiğinin onlarcasına eşit başarımlar mı elde etmesi gerekiyordu?

Adam da prenses de sesin sahibi de bunun imkansız olduğunu biliyordu.

Adam zor bela başını kaldırdı.

Ağzı hafifçe oynadı.

[Anıların mı?]

“…”

[Şu anki duygularının…]

“…”

[Bedenini ve ruhunu gönderemediğinden, burada hissettiğin duygularını mı göndermek istiyorsun?]

Sessizlik bir kez daha çökerken, karanlık şaşırmış görünüyordu.

[…Anılarına dayalı hislerini göndermek… Elbette, hisler yalnızca duygularının tasavvurudur.]

Uzun bir sessizliğin ardından, ses cevap verdi.

[Ancak o bile zor.]

Yalnızca bir anlığına da olsa, ölen adamın dudakları bükülmüştü.

[Gerçekten üzgünüm.]

Adamın omuzları durdu. Lap. Bir daha asla kalkmamak üzere, başı düştü. Böylece hareket etmeyi kesti.

[Ne aptalca…]

Birden, ele benzer bir şey karanlıktan adama doğru uzandı. Büyük bir zayiat vermiş gibi adamın başını yavaşça okşadı.

“Anladım.”

Bu sahnenin gerçekleşmesini izleyen prenses konuştu. Karanlığın eli durdu.

[Sen… Kraliyet Ailelerinden birinin neslindensin.]

“Doğru, saygıdeğer Gula.”

Prenses, bunun ne önemi var dercesine alayla sırıttı.

“Krallık düştü. Geçitler de şimdiye ele geçirilmiştir. Tüm bu tecrübe ettiklerinden sonra, ölmesi daha iyi olmaz mı? Yemin, anılarını kaybetmesine sebep olsa da bu, daha temiz bir ölüm getirecektir. Dönebileceği bir yer olacak.”

[Hayır, bu çocuk geri dönmeyi dilemedi.]

Kederli ses tonu, prensesin gözleri büyümesine sebep oldu.

[Geri dönse bile ev diyebileceği bir yerinin olmadığını söyledi.]

“Ev diyebileceği bir yer…”

Bu sözler prensesin kalbine işlemişti. Belki de bir samimiyet duymuştu. Krallığın çöküşüyle, onun da evi diyebileceği bir yeri yoktu. Şüphesiz, birkaç insan hayatta kalacaktı ancak kaderlerinin, bir çiftlik hayvanından farkı olmayacaktı.

Ne de olsa insanlar, bu savaşın galibi olamamıştı.

“O halde, neden dileğini yerine getirmediniz?”

Sessiz homurtusu karanlığı gülümsetmişti.

[Saçmalık. Tüm sonuçlar sebepleri takip etmek zorunda. Ne olursa olsun, bu çocuğun dileği geçmişe müdahale etmekle sonuçlanacaktı.]

Prenses buruk bir şekilde kıkırdadı. Ne anlayabiliyordu ne de anlamak istiyordu. Bu, kulağa yalnızca bir bahaneymiş gibi geliyordu.

[Kısaca, başarımları bir sebep olmak için yeterli değildi.]

“Böyle diyorsunuz ama bir hayli pişman olmuşsunuz gibi görünüyor.”

[Nasıl olmam? Bu çocuk aslen bir Vasinin kaderiyle doğmuştu.]

“Vasi mi?”

Prenses şaşırmıştı. Vasiler, yedi ilahın iradelerini taşılan havarilerdi. Dünyayı tehdit eden canavarlara karşı savaşmak için seçilmiş yedi önderlerdi.

Sorun şuydu ki aralarından yalnızca biri bu harbe katılmıştı.

[Doğru, diğer bütün yıldızlardan daha canlı parlıyordu. Yalnızca, her şeyi kendi elleriyle mahvetmeseydi… neden insanlar pişman olmayı yalnızca her şey bitince öğreniyor?]

Karanlık sessizliğe büründü. Prenses de ağzını kapattı. Yalnız ölmek istemediği için konuşmuştu. Bilincini kısa bir süreliğine geri kazansa da gözlerini açtığı andan beri uzun süre yaşamayacağını biliyordu. Prensesin gözleri ölü adama çevrildi. Bu basit ölümü, durumu daha da acınası hale getiriyordu.

Prensesin kesin olarak bilmesinin imkanı yoktu ama zamanın tersine çevrilmesini dilediyse inanılmaz derecede, ölüm kalımla iç içe bir hayat geçirmiş olmalıydı. Ancak bu bile dileğinin gerçekleştirilmesi için yeterli değildi.

Hiçbir mükafatını görmeden, sefil bir şekilde savaşmış ve sefalet içinde ölmüştü.

“…Saygıdeğer Gula.”

Bir anlık tereddüdün ardından, prenses cebini karıştırmaya başladı.

“Lütfen bu Dünyalının dileğini gerçekleştirin.”

[Mm?]

“Kraliyet Yemini… unutmadınız, değil mi?”

Karanlığın anlık şaşkınlığı yok oldu ve konuşmayı kesti.

Prensesin tamamen açık avucunun içinde incelikle işlenmiş bir kolye duruyordu. Kanla kaplanmış olsa bile ışıl ışıl parlarken, bu asıl güzelliği gizleyememişti.

[Bu…]

“Babamla verdiğiniz yeminle bu adamın başarımları, son dileğini gerçekleştirmek için yeterli olmaz mı? Zamanı tersine çevirmek zor olsa dahi.”

[Bu kadar ileri gitmenin bir sebebi var mı?]

“Elbette.”

Dünyalılar buraya geldiklerinde; aynı zamanda Kraliyet Aileleri de onları, çabaları için mükafatlandıracaklarına söz vermişlerdi. Son harpten kaçan piçler hakkında düşünmek prensesin içinden gelmiyordu bile ancak karşısındaki Dünyalı, sonuna kadar burada kalmıştı.

Adam görevini şereflendirdiğine göre sıra, prenses olarak Kraliyet Ailelerinin sözünü şereflendirmekteydi. Ayrıca bu, ölmeden önce koruyabileceği son gurur zerresiydi.

[Ancak onun yerine senin dileğini yerine getirebilirim.]

“Benim için ne yapabilirsiniz ki?”

Prenses kahkaha attı.

Bu uzun savaştan öğrendiği bir şey varsa o da ilahların dahi her şeye kadir olmadığıydı. Bu kaderine terk edilmiş dünyada ne dileyebilirdi ki?

[Tekrar söyleyeceğim. Bu çocuk geri dönemez.]

[Yalnızca arzu ile pişmanlık duyguları… bunlar bile hafızasına kazınmayıp, yalnızca kısa bir rüyaymış gibi geçip gidebilir.]

[Buna, önemsiz bir rüyaymış gibi muamele edip hepsini unutabilir.]

[Emin olduğum şey, senin de onun da burada ölecek olmanız. Sorun değil mi diyorsun yani?]

Karanlığın sesi, dileğini doğrularcasına prensesin kulaklarına defalarca kez işlemişti. Tereddüt etmediğini söylemek yalan olurdu.

Ancak… tükenmişti.

Savaş çok, çok uzun sürmüştü. Her ne kadar tüm bu zaman boyunca, bu toprakların hükümdarlarından biri olarak bunlara katlanmış olsa da şimdi, dinlenmek istiyordu. Hiçliğe dönüp ebedi uykuya yatmak o kadar da kötü gelmiyordu.

‘Sadece tüm Dünyalılar senin gibi olsaydı…’

O zaman, hiçbir pişmanlığı olmazdı.

[Onun dileğini gerçekleştirmeyi bu kadar çok mu istiyorsun? Hakkıyla sana ait olandan vazgeçmek pahasına olsa bile mi?]

Dudaklarında ilk kez bir gülümseme belirdi.

“Evet.”

Nihayet, dilekte karar kılınmıştı.

[Pekala, o halde.]

Karanlıktan, bir çift kanat vari şeyin iki yana açıldığını hissedebiliyordu.

[Yaklaş bana, çocuğum.]

Aniden, bedeni kuş gibi hafiflemişti. Bunu fark ettiğinde, görüşü yarı bulanık bir hal almıştı bile.

Dünya dönüyor ve bilinmeyen bir şey gözlerine yaklaşıyordu.

[İkinizle tekrar karşılaşmak için–– ]

…adamın üzerinde mavi bir parçacık yükseliyor…

[sabırsızlanıyorum.]

ve karanlıksa keyifle gülüyordu.