Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

15. Bölüm Tehlikeli Bir Hazine Avı (3)

Çevirmen: Zakowske / Editor: Momental

Beşinci kat.

Bir sürü sınıfla dolu koridorun sonunda bir laboratuvar bulunuyordu. Sonuna kadar kapatılmış kapıdan tek bir ışık huzmesi bile sızamıyordu, yalnızca hafif hışırtı sesleri kesik kesik duyulabiliyordu.

Malum bir delikanlı, laboratuvarın içini karıştırıyordu. Masaların üstündeki kimya setleriyle diğer cam malzemeleri bir kenara çekmiş; kitaplıklardaki tüm kitapları kaldırmıştı. Çaresizce bir şeyi arıyordu.

Ancak saat ilerledikçe yavaş yavaş ama kesinlikle, en ufak hareketinde bile gerginlik kendini gösteriyordu.

Kiiğk.

Aniden, bir ses duyuldu.

Ancak delikanlı, Yi Sungjin, o anda bir masayı ters çeviriyor olduğundan bu sesi duyamadı. Gözü başka bir şeyi görmüyor halde, düşüp kırılmış tüm laboratuvar araç gereçlerine dik dik baktı. Yine de hayal kırıklığını dışa vurmak için bir an bile durmadı ve harekete geçti. ‘Bozuk para, daha fazla bozuk para bulmam gerek.’ diye mırıldanmaya devam ediyordu.

Bilerek ışıkları yakmamıştı. Etrafı karanlık olursa o parlak-sarı paraları görmenin daha kolay olacağını düşünüyordu.

Tak… Tak…

Yine, yabancı sesler geliyordu. Dikkat edilmediği takdirde fark edilmeyecek kadar hafif ve kısıktı bu sesler.

Yi Sungjin’in dikkatini de çekmedi. Aklı ölmüş ablası, Yi Seol-Ah’ı diriltmekle meşguldü. Kılavuz kesinlikle, çok fazla bozuk para toplamayı başarırsa ablasını hayata döndürebileceğini söylemişti.

“Noona…”

Ölmüş Yi Seol-Ah’ın çıkarılmasına tanıklık etmesinin ardından yaşadığı zihinsel şok, gerçekten de muazzamdı. Belinin altındaki her şey nispeten iyi olmasına karşın üst gövdesi parçalara ayrılmış ve ondan geriye pek bir şey kalmamıştı. Yalnızca haksız yere öldürülen ablasını düşünmek bile bedeninin artmakta olan yorgunluğunu atmasına ve enerjisini tekrar kazanmasına sebep oluyordu.

Kendisine yardım edenlere, göklerin de yardım ettiği söylenirdi ve Yi Sungjin de çok geçmeden bir lavabonun içinde hafifçe parıldayan bir şey bulmuştu. Gözleri kocaman açıldı ve istemsizce ona doğru uzandı.

Ne yazık ki… çok aceleci davranmıştı.

“Ah!”

Bulmak için çok uğraştığı bozuk para elinden kaydı ve yere düştü. Yuvarlandı ve bir masanın altına kaçtı. Oğlan anında aşağı atladı ve tüm gayretiyle uzandı; tamamen kaybolmadan önce, nihayet inatçı parayı yakaladı. Ancak o zaman rahat bir nefes alabildi.

Laboratuvar penceresinin dışında her yer zifiri karanlık olmuştu. Camdan yalnızca soğuk, umursamaz ay ışığı hafifçe içeriyi aydınlatıyordu.

“Oh be…”

Yalnızca bir taneydi ama yoğun uğraşlarının boşuna olmadığının açık bir ispatıydı bu.

Saat çoktan on ikiyi geçmişti, yine de gidecek uzun bir yolu vardı. Merhumların Saati hakkında endişelenecek zamanı yoktu. Bunun yerine, daha fazla para bulmalıydı. Çok daha fazla. Yi Sungjin, elindeki tek bozuk parayı sımsıkı tuttu ve dişlerini sıktı.

Tak…! Tak...!

Yi Sungjin tam yerden doğrulacaktı ki sesi duyduğunda olduğu yerde donakaldı. Ses duyularını uyarıyor, belki de alayla ona sesleniyordu. Kolları kasılıp gerildi. Yere değen elleri ölümcül bir ürperti hissetti ve tüyleri diken diken oldu.

Anında aklından bin bir düşünce geçti. On altı buçuk yaşındaki delikanlı çok yavaşça ancak dikkatlice kafasını kaldırdı. Ve görüşüne, kül rengi zeminden birazcık yukarısı girdiğinde, nefesi kesildi.

Sıranın altından bir çift küçük ayağı; üstündeyse uzun, güzel bacakları görebiliyordu. Her an tökezleyecekmiş gibi titreyen bacaklar.

Yi Sungjin tam çığlık atacaktı ki daha ağzından bir kelime çıkmadan gözleri daha da büyüdü. Sadece alt yarısını görmesine rağmen ona oldukça tanıdık gelmişti. Ve üstünde kurumuş kan lekeleri olan mavi elbiseyi fark ettiğinde, oğlanın gözleri o kadar büyüdü ki neredeyse yuvalarından çıkacaklardı.

“N-Noona?!”

Titreyen bacaklar durdu. Ve bir şey arıyormuş gibi yavaşça etrafında döndüler.

“Nnneeerrrreeeddeeee…”

Sesi iğrenç çıkıyordu ve Yi Sungjin de anında bundan rahatsız olmuştu ancak onun için bu önemli değildi. Ayağa kalktı ve…

“Noona? Bu sen misin, noona?! Buradayım! N…”

…Ancak demek istediklerini tamamlayamadı.

Sırtı ona dönük olan ve yavaşça arkasına dönen sima, Yi Seol-Ah’a oldukça benziyordu. Aynı uzun dalgalı saçlara ve, ve…

“N-Noona…?”

Bir şeyler yanlıştı. Çok yanlış hem de. Tam olarak ne olduğunu söyleyemiyordu. Yine de bu sima, ablasına çok benziyordu…

Yi Sungjin’in içgüdüleri, bu tarif etmesi güç dehşete yenik düşmüştü.

“Ssssuuuunnngggg-----Jjjjjiiiinnnn---aaahhh... Hhhhuuuu...”

Cup.

Birden, boyun derisi boş bir torba gibi gerildi ve sallandı. Ancak o zaman Yi Sungjin bu uyumsuzluğun nedenini anladı; vücut parçalarının oranı birbirine tamamen tutmuyordu.

“N-Noona…”

Sormak istedi. Çaresizce bedeninin neden böyle göründüğünü; gerçekten ablası olup olmadığını sormak istedi. Ancak kelimeler boğazına düğümlenmişti sanki.

“Çççaaabbbuukkk…”

Bu şey, ona bir şey söylemeye çalışıyor gibiydi, rahatsız edici ve çirkin sesi ağzından çıkmaya devam etti. ‘Kız’ şimdi tamamen arkasına dönmüş, onunla yüz yüzeydi ve Yi Sungjin içi boş göz yuvalarını gördüğünde, bir süredir tuttuğu nefesi ciğerlerinden fışkırdı.

“Ih-haağk!!!”

Bu şey, bir sürü birbirine dikilmiş eskimiş bir paspası anımsatıyordu denebilir miydi? Cildindeki birçok delikten kurumuş kan pıhtıları ve çürümüş et artıkları bir arada sokulmuş gibi görünüyordu.

Kopartılmış derisi tekrar dikilmiş ve altında ne varsa üzerini örtmüş; ezilmiş ve parçalanmış et parçaları, olması gereken yerlerine getirilmeye zorlandıktan sonra katılaşmış gibi görünüyordu. Gerçekten de korkunç, dehşet verici bir görüntüydü bu.

Parçalanmış uzuv ve et parçalarını teker teker bir araya getirmek muhtemelen daha iyi, daha kabul edilebilir bir görüntü ortaya çıkarırdı.

“Ah, Uğaaaaahhh!!!”

Yi Sungjin bilinçsizce geri geri sendeledi ta ki ayakları birbirine takılıp kıçı üstüne düşene kadar. Bacakları, sanki o şeyle kendi arasındaki mesafeyi artırmaya çalışıyormuşçasına deli danalar gibi havayı tekmeliyordu.

O anda, nispeten normal görünümlü bacaklar ona doğru ilerlemeyi kesti. ‘Kızın’ her an düşecekmiş gibi görünen yanlış hizalanmış çenesi aşağı yukarı titremeye başladı.

“D, diiinnnnnlleeee… Çççaaaabbbuukkk…”

Yi Sungjin’in kafası daha da karışmıştı. Şimdiye çoktan öleceğini sanmıştı ama neden bu yaratık ilerlemeyi kesmişti ki? Ve ona ne demeye çalışıyordu?

 O anda aklına delice bir fikir geldi. Tüm cesaretini topladı.

“…Sen, sen misin Noona?”

“…”

“Noona? Gerçekten mi? Sen misin, Noona?!”

“Çççaaaabbuuukkk… Kkkkaaallkkk…”

“…Çabuk? Kalk?”

Bakışları yaratığa kilitlenmiş bir halde, Yi Sungjin yavaşça doğruldu.

“Dııışşşaarrıı… gggiiiitttt… bbbuuulll…”

“Dışarı çık? Bul? Bozuk paraları mı diyorsun? Merak etme. Henüz, henüz pes etmedim ve hâlâ arıyorum! Seni kesinlikle hayata döndüreceğim…”

Yaratık zorlukla başını iki yana salladı. Sanki demek istediği bu değilmiş gibiydi.

“Yyyaaakkııınnndaaa… gggeeelllleecceeekkk…”

Güçsüzce kolunu biraz kaldırdı ve kapıyı gösterdi.

“Ooonnnnllllaaaarrr… gggeeelliiiiyyooorrr…”

Ne dediğini anlamak zor olsa da oğlan yine de bir şey fark etti. ‘Kız’, başka bir şey gelmeden önce buradan gitmesi gerektiğini söylüyordu.

“Noona!! Sensin, değil mi?!”

“…”

“Seni kesinlikle hayata döndüreceğim!! Bu yüzden…”

“Sssuuunnnggg-----Jjjiiinnn---aaahhh...”

Yi Sungjin’in ağlamaklı ses tonu yaratığın da omuzlarının titremesine sebep olmuştu. İçi boş göz yuvalarından, kan renkli sıvı yavaşça akıyordu.

“Yyyaaaşşşşşaaammmaaakk… zzooorrrrunnnddaaa… ttaammaaamm… mmııı…”

O anda…

Aaaağğğğhhkkk!!!

Laboratuvarın dışından bir yerden gelen sağır edici bir çığlık, koridoru sarsmıştı.

*

“Anneciğim?!”

Shin Sang-Ah korkuyla sıçradı. Seol ve Hyun Sangmin de sessizce birbirlerine baktılar.

“…Hey kanka, bunu duydun mu?”

Seol başını salladı.

“Kahretsin! Neden kendilerine yetecek kadar bulup geri dönemiyorlar lan?!”

“Ses nereden geldi?”

“Bilmiyorum. Beşinci kattan olabilir…”

Hyun Sangmin şapkasını çıkarttı ve kafasını kaşıdı.

Seol dikkatlice kapıyı açtı. Karanlık koridor oldukça uğursuz ve ürkünç görünüyordu.

Seol, sınıftan çıkmış olsa da her şey birdenbire oluyormuş gibi göründüğünden şimdi ne yapacağı konusunda en ufak bir fikri yoktu. Sonunda, Dokuz Göz’üne bir kez daha güvenmeyi seçti.

Dördüncü kat koridorunun tamamı yeşil renge boyanmıştı. Bunu görünce, içinden bir ses çığlığın beşinci kattan geldiğini söyledi.

Üçü hızlıca yukarı çıktılar. Ancak beşinci kata vardıktan sonra, neredeyse koridorda koşan oğlanla çarpışacaklardı. Bu Yi Sungjin’di ve Seol’ü gördüğünde oğlanın gözleri kocaman oldu.

“Bay Yi Sungjin? Neler oluyor?”

“H-Hyung!!”

Yi Sungjin birden Seol’ün koluna yapıştı.

“Onu, onu gördüm!! Az önce Noonayı gördüm!!”

“Noonanı mı?!”

Ama nasıl olurdu? Yi Seol-Ah çoktan ölmüştü. Konferans salonunda hayatını kaybeden ilk o olmuştu ne de olsa. Seol dikkatlice oğlanın durumunu değerlendirdi ama herhangi bir zihinsel baskı altında gibi görünmüyordu.

Seol’ün ifadesini görünce Yi Sungjin yavaşça başını salladı.

“Hayır, hayır! İnanın! Kesinlikle oydu! Saçı, giysileri, her şeyi…”

Yi Sungjin’in ses tonu heyecanlı ve kafası karışmış gibi çıkıyordu ancak sözleri Seol’ün bir dakikalığına düşünmesine sebep oldu. Sonraysa aklında ‘olabilir mi?’ düşüncesi belirdi.

“Gerçekten de Yi Seol-Ah mıydı?”

“Evet!! Görünümü… biraz tuhaftı ama, ama oradan çabucak gidip…”

‘Sizi oros…’ Seol bir şekilde içinde yükselen küfürler silsilesini geri yutmayı başardı.

‘Mevzubahis Merhumlar, aslında bugün içinde ölen kişilerdi, değil mi?’

Eğer Yi Sungjin’in dediği doğruysa o halde bunun tek bir açıklaması olabilirdi.

[Altıncı kat girişinin kilidi kaldırıldı.]

[Geçit 30 dakika içinde aktifleşecek.]

[İkinci kat, demir parmaklıkları kaldırıldı.]

O anda telefonlarının zil sesleri gürültüyle çınladı.

“N-ne oluyor lan?”

Hyun Sangmin hiç beklenmedik mesajlar karşısında şaşkınlıkla bağırdı.

“Ne sikim!! Hangi manyak puşt yaptı bunu?!”

“Ne, ne oldu?”

Shin Sang-Ah Seol’e sordu ama besbelli ki onun da bir fikri yoktu. Sadece, içgüdüleri ona bunun son olmadığını; başlarına gelecek daha fazla belanın olduğunu söylemekle meşguldü.

‘Hayır. Sorun olmayacak.’

Durum birden bir miktar kaotik hale gelmişti ama Seol sessizce duygularını kontrol altına alıp sakinleşti. Deli danalar gibi koşturmak yalnızca karmaşa düzeyini artırırdı. Ayrıca, çoktan bunun gibi olaylar için hazırlık yapmamış mıydı zaten?

Şimdilik, ilk olarak teyit etmesi gereken bir şey olduğundan cevapsız soruları bir kenara bırakmaya karar verdi. Şüphelerinin doğru olmama ihtimali olduğunu düşünüyor olsa da.

“Az önce çığlık atan sen miydin, Yi Sungjin?”

“Ha? H-hayır. Ben değildim. Doğru ya, ben de onu duyunca buraya gelmiştim…”

“B-bir kadının sesi gibi geldi.”

Shin Sang-Ah endişeyle konuştu.

“Her halükârda, bu çocuk değilmiş, şimdi ne yapacağız peki?

Hyun Sangmin dişlerini sıktı.

“Sesin sahibini arayacaksak ayrılmalıyız. Ya da hemen geri dönelim.”

Seol aklındaki iki kişiden birini bulmuştu, bu yüzden sınıf 3-1, güvenli bölgeye gitmek kötü bir fikir gibi gelmiyordu.

“İkili ve üçlü olacak şekilde iki gruba ayrılsak peki? Yani, işler tehlikeli bir hal alabilir.”

Seol geri dönmeyi önerecekti ki Yi Sungjin erken davrandı ve fikrini belirtti. Seol, oğlana şaşırmış bir ifadeyle baktı ve Yi Sungjin de biraz utandı.

“Ahh, ben, şey… ben de size yardım etmek istiyorum.”

“Gece yarısını geçti, bu yüzden işler kesinlikle tehlikeli bir hal alacak. Ayrıca, altıncı kat giriş koşulu da yerine getirildi. Güvenli bölgeye geri dönmek çok da kötü bir fikir olmayabilir.”

“Hayır, sadece o değil, bence noona bir şeyi bulmamı istiyordu…”

Bunu demesine rağmen Yi Sungjin’in sesi, kendi dediklerine tamamen razı olmuş gibi çıkmıyordu.

‘Bir şey bulmak mı?’

Seol’ün bakışları keskinleşti. Etrafı yeşile boyandı. Ancak tek bir yerin rengi, neredeyse anında yok oldu. Herhangi bir renk taşımayan tek yer kızlar tuvaletiydi.

Tuvaletin içinde ışıklar sönüktü ama Seol, kapının hemen önünde bir damla kan olduğunu görebilmişti. Kapıyı yavaşça açtı. Sanki duyuları çoktan aşinalık kazanmış gibi burnu, havadaki hafif kan kokusuna tepki gösterdi.

Işığı yaktığında, gruptakiler tuvaletin içini oldukça net bir şekilde görebildiler.

“Yun Seora?”

Tuvaletin zeminine yığılmış kişi, Yun Seora’dan başkası değildi. Kıvrılıp büzüşmüş bedeni kontrolsüzce titreyip kıvranıyordu.

Seol kıza yaklaştı ve gördüğü şey karşısında sertçe kaşlarını çattı. Hyun Sangmin’in bile şaşkınlıktan nefesi kesilmişti.

“Ne… ne olmuş koluna öyle…?”

Tam da dediği gibi Yun Seora’nın önkolu tamamen parçalanmıştı. Sanki biri bir bıçak saplayıp tüm enerjisiyle kolunun etini tamamen parçalayıp tahrip etmişti. Kanaması da oldukça çoktu ve kemikleri bile çıplak gözle görülebiliyordu.

“Bayan Yun Seora? Bayan Yun Seora!!”

Seol adını seslendi ama kız bir tepki vermedi, yalnızca tekrar ve tekrar kıvranıp durdu.

“Kenara çekilin lütfen!”

Shin Sang-Ah aceleyle diz çöktü ve tişörtünü çıkarttı. Yırttı, sonra da kumaşı Yun Seora’nın omzuna ve koltukaltına sardı ve emniyetli bir şekilde sıkılaştırdı. Sanki daha önce bunu sayısız kez gerçekleştirmiş gibi tecrübeli ve hızlı bir şekilde hareket ediyordu. Sonrasında Yun Seora’nın göz kapaklarını açtı ve gözlerini kontrol etti. Kaşlarını çatmasıyla alnında derin bir yarık belirdi.

“Şok geçiriyor. Onu böyle bırakırsak yakında ölecek.”

“Ö-ölecek mi?!”

“Evet! Bir şey yapmamız gerek! Ne olursa!”

Shin Sang-Ah, Yun Seoran’nın elini devamlı kapatıp açarken bağırdı. Ancak Hyun Sangmin konuşurken nispeten daha sakindi.

“Bir süredir hazine avında olduğuna göre sen de biliyor olmalısın. Dördüncü ve beşinci katlarda hiç revir yok.”

“Eşya otomatı.”

Seol konuştuğunda üçünün de dikkati hızla ona çevrildi. Şimdi bir düşününce, ‘tıbbi malzemeler’ otomatta listelenmiş şeylerden biriydi.

“Alınacak lazım olan ne var?”

Seol ancak sorduktan sonra yanlış şeyi sorduğunu fark etti. En başından, otomattan ne çıkacağını kimse bilmiyordu.

“Gidip ne çıkarsa getireceğim.”

Seol, çantasını omzuna takarken ayağa kalktı.

“Ne? Yalnız mı gidiyorsun?”

“Ne oldu ki?”

“Öyle yapmayalım bence. Şuna ne dersin? Şu ufaklık ve bayan, Yun Seora’yı güvenli bölgeye götürsünler. O arada sen de şu lanet otomatı çevirirsin ve doğru şeyin çıktığını düşünürsek ben güvenli bölgeye götürürüm. Gerekirse getir götürcü olurum.”

Seol bu öneriyi oldukça mantıklı buldu, bu yüzden kaybedecek zamanları olmadığını bildiği halde kabul edercesine başını salladı. Aynı zamanda içten içe şaşkındı da; şimdi ikinci kattaki demir parmaklıklar kalktığına göre o Gaekwi canavarı er ya da geç kesinlikle kendini gösterecekti. O halde bile Hyun Sangmin sözünde duruyordu.

“Hadi acele edelim!”

Hyun Sangmin, Seol’ün sırtından ittirdi.

Yun Seora’yı diğer ikisine emanet edip Seol ve Hyun Sangmin doğrudan kütüphaneye yöneldiler. Belki şanslarına, hiçbir Merhuma ya da insana rastlamadılar.

Ne yazık ki tıbbi malzemeler bir türlü çıkmak bilmiyordu. Bir sürü yiyecek ve günlük ihtiyaç çıkartmışlardı. Hatta ‘Kılavuzdan bir not’u bile elde etmişlerdi. Biraz geçtikten sonra tüm emeklerinin karşılığında birkaç rulo sargı bezi, bir şişe antiseptik, biraz merhem ve birkaç şey daha elde etmişlerdi. Bu şeylerin de ihtiyaçlarıyla bir ilgisi yoktu.

“Bırak da şunları ben götüreyim. Sen ne yapacaksın?”

“Sen git.”

“Peki. Kendini çok zorlama ama. Ah, doğru ya. Bunları götürür götürmez hemen geri geleceğim. İki dakika içinde gelmemiş olursam bil ki başıma kötü bir şey geldi.”

“Merak etme, seni kurtarırım.”

“Hah! Şey, inceliğin için teşekkürler ama dalga geçmiyorum burada. Ciddiyim.”

Hyun Sangmin kesinlikle son derece ciddiydi ve kütüphaneyi ışık hızında terk etti.

Seol, dikkatini otomata verdi. Eğer ortaya çıkarsa o Gaekwi canavarını öldürebileceğinden emindi. Şu anda, biraz olsun yardımcı olabileceği anlamına geliyorsa bile tıbbi malzemeleri çıkartmak istiyordu.

Eğer Yun Seora ölürse bu, yolun sonu demekti.

Böyle düşünerek durmaksızın ellerini hareket ettirmeye devam etti ta ki hareketleri birden durana kadar.

‘…Neden bunu yapıyorum ki?’

Yun Seora tamamen bir yabancıydı. Yani ölüp ölmemesinin ne önemi vardı ki? Elbette, ölürse yazık olurdu ama bu kadar ileri gitmesinin bir manası var mıydı? Hem de zorlukla kazandığı bozuk paralarını boşa harcayarak?

Anlayamıyordu. Şimdi Gelecek Öngörüsünü aktifleştirebilseydim ne iyi olurdu diye düşündü. Duraksadı ama yine de otomatı çevirmeye geri döndü.

Böylece eline birkaç rulo kompresyon bandajı, bir kanama durdurma pensi ve de şişlerce morfin geçmişti. Ama sonra…

Seol bir şeylerin tuhaf olduğunu fark etti. Çoktan iki dakika sınırını geçmesine rağmen Hyun Sangmin geri dönmemişti.

“…”

Seol’ün içi huzursuzlukla dolmaya başlamıştı; ne de olsa Hyun Sangmin’in dalga geçtiğini sanmış ve pek de aldırış etmemişti.

Şimdi, az çok ihtiyacı olan şeyleri aldığından hepsini çantasına atıp kütüphaneden çıktı.

Merdivenleri inip dördüncü kata vardığında, oldukça beklenmedik bir manzarayla karşı karşıya kalmıştı.