Güvenli alanı patlat gitsin 😅
Novel Günleri - Bilgilendirme!
Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.
16. Bölüm Tehlikeli Bir Hazine Avı (4)
Shin Sang-Ah, Yi Sungjin, Hyun Sangmin, Yun Seora ve Seol’ün az önce yemeğini paylaştığı üç kişiden oluşan yedi kişilik bir grup koridorda, sınıf 3-2’nin tam önünde duruyordu. Güvenli bölgeye giremiyor gibilerdi.
İşler bununla bitmiyordu gerçi.
Seol, oldukça tanıdık üç simanın sınıf 3-1’in önünde durduğunu gördü. Yi Hyungsik ve Jeong Minwoo zafer kazanmışçasına ayakta dikilirken Kang Seok bir sandalyeye oturmuş, bir hayli rahat ve keyfi yerinde görünüyordu.
“Sonunda gelebildin.”
Kang Seok elini kaldırdı ve Seol’ü selamladı. Seol onu görmezden gelerek diğerlerine yaklaştı ve Hyun Sangmin’in kasvetli yüz ifadesini gördü. Yüzünden öfkesi okunabiliyordu. Shing Sang-Ah da bu üçünden artık gına gelmiş gibi bakıyordu.
“…Girişi kısıtlayan bir büyü olduğunu söylediler.”
Hyun Sangmin, Seol’e baktı ve homurdandı.
‘Girişi kısıtlayan bir büyü mü?’
Seol, tam düşünmeye bir son vermişti ki adımları kesildi. Hayır, böyle demek tam olarak doğru olmazdı; ilerlemesini engelleyen görünmez bir duvar varmış gibi daha ileri gidemiyordu.
Görünürde boşluk olan yere yavaşça vurdu. Tık, tık. Önünde hiçbir şey yoktu ama eline, beton bir duvara tıklatma hissi geliyordu.
“Zamanını boşa harcıyorsun. Anlayacağın üzere bunu başlangıç bonusu olarak aldım. Benim iznim olmadan kimse içeri giremez.”
Kang Seok yavaşça parmaklarını kıpırdatıyordu. Orta ve işaret parmakları arasında ikiye bölünmüş bir kâğıt parçası duruyordu.
“Damgamın gümüş olduğunu unutmadın, değil mi? Bay, kendini bir şey sanan Altın Damga.”
Kang Seok sinsice kıkırdadı. Seol ise hafifçe kaşlarını çattı.
“Altıncı kata giden kapıyı sen açtın, değil mi?”
“Bingo.”
“Peki neden?”
“Hım? Otomattan anahtarı aldım. 199 tane bozuk para harcayarak anahtarı alabileceğini bilmiyor musun?”
Tabii ki bunu biliyordu. Ama Kang Seok’un anahtarı almak için neden 199 bozuk parasını boşa harcadığını merak ediyordu. Ne de olsa Seol ve Yun Seora’nın neredeyse tüm paraları almasıyla; Kang Seok ve yancıları, kendileri için bozuk para ararken çok da kolay zaman geçirmiş olmamalılardı.
Geçit ücretleri için yeterli bozuk parayı bulmak bile zor olmuş olmalıydı, o halde neden…
“Ahh…”
O anda kafasında bir fikir belirdi. İstemsizce, bilinçsiz Yun Seora’nın olduğu tarafa bakmak için arkasını dönmüştü.
“Aynen, tam da beklediğim gibi! Zeki bir herif olduğunu biliyordum!”
Kang Seok, şaşkın bir şekilde sevinçle bağırdı.
“Aslında bunun düşük başarı ihtimali olan bir kumar olduğunu itiraf etmem gerek. Yani, başarılı olmamız için iki şeyin olması gerekiyordu, ne demek istediğimi anlıyor musun? Eğer güvenli bölgeden hiç ayrılmamayı seçseydin planım tamamen güme gidecekti.”
“Ne diyorsun?”
“Yine de buradan çıkacağına emindim. Ah cidden, senin gibi bir centilmen o çığlığı duyduktan sonra kıçının üstünde duramazdı zaten, haksız mıyım ama?”
“…”
“Yun Seora’ya gelince… şey, uygun bir zamanını bulduğumda ona yaklaşmayı planlıyordum ama nedense bir anda daha fazla bozuk para bulmak için gaza geldi. Ah, tabii ya! Nihayetinde işimize yaradı, bu yüzden bir önemi yok, değil mi?”
Bunu duymasıyla taşlar sonunda olması gereken yerlerine oturmuştu.
Kang Seok’un planının ilk parçası altıncı kat erişim anahtarını almaktı. Üçünün birlikte çalışmasıyla 199 bozuk parayı bulmak o kadar da zor olmamalıydı.
Anahtarı elde ettikten sonra, Kang Seok durumu yakından takip etmişti.
En başından beri Seol’e vurmak, planının bir parçası hiç olmamıştı. Hayır, Yun Seora elinde bir harita olduğunu belli ettiği andan beri kıza saldırmayı planlıyordu zaten.
Zamanlama çok önemliydi ama ana değişken hâlâ Yun Seora’ydı. Kang Seok, Yun Seora’yı Seol’den ayıracak bir şeyler denemek zorundaydı.
Asıl planları, Seol’ü uzaklaştırmak için biri, Yi Sungjin ya da başka zavallı bir enayiye saldırırken bu arada diğer ikisinin, tek kalmış Yun Serora’ya saldırmasıydı. Yun Seora, karakteri gereği, bir yerde herhangi bir olay olsa bile umursamaz ve bu yüzden de kendi kalkıp bir şey yapmazdı.
Yine de Yun Seora, gece yarısını geçmesine rağmen daha fazla bozuk para bulmaya odaklanmıştı. Kang Seok ve yandaşları için daha iyi ne olabilirdi ki?
Böylece üçlü, kızlar tuvaletinde Yun Seora’ya saldırmışlar; bozuk paralarını çaldıktan sonra, Seol tuvalete gitmeden önce altıncı kata gidip kapıyı açmışlardı. Sonra da Seol hâlâ beşinci kattayken güvenli bölgeye geri dönüp kısıtlama büyüsünü aktifleştirmişlerdi.
“Hepiniz de kafayı sıyırmışsınız be!”
Shin Sang-Ah bağırarak küfretti.
“Sizi delirmiş piç kuruları! Alt tarafı birkaç önemsiz bozuk para için birini bu raddeye kadar sakatladınız mı?”
“Hiç de bile~ Asıl amacım bu değildi. Yalnızca onu bayıltmak istemiştim. Yemin ederim hepsi bu kadardı.”
Kang Seok haksız yere suçlanmışçasına kendini savundu.
“Ama bu kızın siktiriboktan bir inadı varmış, bilmem anlatabildim mi. Çantasını tutup bir türlü vazgeçmek bilmedi ve bu da beni cidden sinir etti. Bu yüzden de…”
Kang Seok cümlesinin sonunu tamamlamadı; yanında dikilen Jeong Minwoo çirkin bir şekilde kıkırdadı ve durduk yere bir hançer çıkarıp havaya doğru saplıyormuş gibi yaptı. Bronz Damgalı olsa da o da bir Davetliydi.
KKKIIIEEEHHHH—!!!
Son derece kötü bir zamanlamayla, uzaktan şeytani bir kükreme duyuldu. Oradaki hemen hemen herkesin yüzü kireç gibi oldu. Bu yolculuğun en başında karşılaştıkları, onlara bu dehşeti yaşatan canavar; Gaekwi o anda bulundukları yere doğru çıkıyordu.
“Vay anasını! O şey bayağı bir sinir olmuşa benziyor, ha? Ah, doğru ya. Tüm bu zaman boyunca aşağıda kilitli kalmıştı, bu yüzden öyle olmalı.”
Kang Seok ve iki arkadaşı son derece rahat görünüyorlardı.
“Bu büyünün kalkma zamanını bekliyorsanız… şey, söylemeliyim ki pes etseniz iyi olur.”
“Sonsuza kadar sürecek mi diyorsun?”
“Yok artık. Öyle manyak hilesi olan bir şey değil bu. Yalnızca süresi değil, kapsadığı maksimum alan da kısıtlı aslında. Burayı eğer mümkün olan en geniş alana çıkartsaydım muhtemelen en fazla 8 dakika falan dayanırdı. …Ama alanı maksimumun yalnızca yarısında tutarsam ne olacağını düşünüyorsunuz? Tıpkı koridorun yalnızca bu kısmı gibi.”
Kang Seok güvenli bölgenin ön ve yan girişlerini bir bir işaret etti. Seol cevap vermedi. Bunun bir gereği de yoktu zaten; Kang Seok’un ima ettiği şey, büyünün kapsadığı alan azaldıkça devam etme süresinin artacağıydı.
“Gaekwi’nin gelmesiyle altıncı kata siz de gidemeyeceksiniz ama?”
“Ah, o mu? Endişe edecek bir şey yok. Bilirsin ya, gerçekten de şanslı piçin tekiyim. Bak şuna.”
Kang Seok başka bir kâğıt parçası çıkarttı ve havada salladı.
“Gördün mü? Büyülü başka bir tılsımım daha var~!”
Seol ve diğerleriyle nasıl şakacı bir şekilde uğraştığına bakılırsa doğuştan gelen bir yeteneği falan olmalıydı. Seol ister istemez, bu piçin anne karnındaki bir gelişim sorunu gibi bir şey yüzünden bu hale geldiğini düşünmeden edemiyordu.
“Lütfen! Girmemize izin ver!”
Seol’ün arkasından biri bağırdı. Bu, hazine avı başlamadan hemen önce Seol’den sinsice ölü arkadaşını diriltmesini isteyen genç adamdı.
“Hım?”
“Size kötü bir şey yapmadım, değil mi?”
Bunu duyunca Seol elinde olmadan acı acı güldü.
‘Benim kötü bir şey yaptığımı mı ima etmeye çalışıyorsun yani?’
Kang Seok, “Bunu hiç düşünmemiştim!” diye bağıran sahte bir ifade takınarak gözlerini kocaman açtı ve derin düşüncelere dalmanın bir göstergesi olarak çenesini sıvazladı. Sonra, sanki hayırsever biriymiş gibi oldukça yüksek sesle mırıldandı.
“Evet, kesinlikle… doğru diyorsun. Eminim ki bu şekilde sana haksızlık oluyordur. Peki, peki! Sen, sen ve sen. Üçünüzün girmesine izin veriyorum.”
Üçlü birbirlerine baktılar ve hiç tereddüt etmeden ileri doğru koştular. Parmaklıklar iner inmez ikinci kattaki güvenli bölgeye girdikleri zamanın bir tekrarıydı adeta. Ancak güvenli bölgeye adım attıktan sonra rahatlamaya ve ohlamaya başladılar.
Ve bu şekilde, Kang Seok’un beklediği an sonunda gelmişti. Bariyerin dışında kalanlara rahat bir gülümsemeyle baktı.
“Hah…”
Seol içinden hayal kırıklığıyla ah çekti. Görünüşe göre ikinci katta aldıkları ders bu salaklara yetmemişti.
‘Hazırlık yapmış olmam iyi oldu.’
Seol, bu saçmalığa tek seferde son vermek adına yavaşça cebine uzanmıştı ki o yapamadan…
“Ee, peki sen küçük ahbap? Ya da sen Hyun Sangmin?”
Büyü toplarını tutamadan önce eli durdu. O anda, boş elini cebinden çıkarırken ne düşündüğü bir muammaydı.
“Bu şekilde ölmek mi istiyorsunuz? Hey, tatlı ve nazik ablanı öldüren o Gakwi canavarına yem olmak mı istiyorsun? Kardeşler, he? ‘Bir alana bir bedava’ tarzı bir anlaşma falan mıydı yoksa?”
“Ben, ben…”
“Hey, adamım! Bayan Yi Seol-Ah mezarında ters dönmüş olmalı. Eminim ki şu anda seni kurtarmam için durmaksızın dua ediyordur.”
Kang Seok, Yi Sungjin’in tir tir titrediğinden emin olduktan sonra dikkatini Hyun Sangmin’e verdi.
“Ve sen de… elinden geleni yaptın zaten, değil mi? Yo, bekle bir dakika, vicdan azabı falan çekiyor olabilir misin? Bu ne lan? Benim gibi gerçekçi bir herif olduğunu sanmıştım. Yanlış mı düşünmüşüm?”
“…”
“Gelin artık. Burada ne yapacağınızı söyleyecek kimse yok.” Kang Seok’un sözleri, şeytanın fısıltıları gibi tatlı ve davetkardı. Bu ikna edici sözlerini duyduktan sonra Hyun Sangmin ve Yi Sungjin, bakışlarını tek bir kişiye çevirmeden önce bir süre birbirlerine baktılar.
Yine de Seol sadece orada duruyordu.
İlk harekete geçen Yi Sungjin oldu. Tereddüt etmeden çenesini kapayarak yavaş yavaş ilerledi. Görünmez bariyeri geçti ve güvenli bölgeye girdi.
“Eheh… hâlâ çok genç ama etkileyici bir şekilde kararlı. Harika. Gelecekte bir general bile olabilirsin.”
Kang Seok, gencin omzuna hafifçe vurdu. Oğlan hiçbir şey demedi ve sınıfa girdi.
“Yine de göründüğünden daha sadıkmışsın, öyle değil mi Hyun Sangmin?”
O zaman bile Seol hiçbir tepki vermedi. Bunu görünce Hyun Sangmin pişmanlıkla dudaklarını yaladı ve şapkasını önüne indirdi. Hafifçe bir sızlandıktan sonra tek bir kelime söyleyip…
“…Üzgünüm.”
… o da yürümeye başladı.
“Ah, dur bakalım. Önce bir sigara vermeye ne dersin?”
Kang Seok, bariyere girmeden önce Hyun Sangmin’i durdurdu.
“Yakmayı da unutma.”
Hyun Sangmin, bizzat Kang Seok’un sigarasını yaktıktan sonra onun da içeri girmesine izin verildi. Kang Seok sigaradan bir nefes çekti ve orada dikilen Shin Sang-Ah’ı ‘fark ettikten’ sonra şok olmuş gibi davrandı.
“Neyin var senin? Bir kere pantolonunu çıkardıktan sonra birden teşhirci mi olmaya karar verdin?”
Shin Sang-Ah dişlerini sıktı. Yi Sungjin ve Hyun Sangmin'in kararı oldukça şaşırtıcıydı ama kendi güvenliği için endişelenmesi gereken daha önemli bir mesele vardı. Konferans salonundaki çatışma ve ikinci katta yaşadığı aşağılanmayı düşündüğünde, Kang Seok’un onun için işleri kolaylaştırmasının imkânı yoktu.
Ancak Kang Seok, gösteriş yapmaya çalışıyormuşçasına kadının beklentilerini tamamen yıktı.
“Hey, pişt! Bilirsin, sadece şaka yapıyordum. Yun Seora’nın kan kaybını durdurmak için tişörtünü yırttığını görebiliyorum. Övgüye şayan bir hareket. Yine de orada durmaya devam edersen üşütebilirsin, farkındasın değil mi?”
Kang Seok ceketini çıkardı ve Shin Sang-Ah’ın tarafına doğru uzattı. Gelip almasını söyler gibi hafifçe salladı. Shin Sang-Ah şüphelenmeden edemedi.
“Sen, yine aynısını yapıyorsun…!”
“Hayır. Seni kandırmaya çalışmıyorum. Söz.”
“Ama neden…?”
“Bariz olanı sorup durma. Al şunu ve giy artık. Anlamadın mı hâlâ?”
“…Ha?”
“Adamım, bu hanımefendi de bayağı dört köşeli çıktı ya. Diyorum ki sen de girebilirsin. Senin için hecelememi de ister misin?”
Neden böyle yaptığını anlıyor gibiydi; büyük ihtimalle ikinci katta olanlar yüzünden Seol’e karşı derin bir kin güdüyorlardı.
O anda yoğun bir ikileme düştü. Bu arada, Seol ise hâlâ hiçbir hareket belirtisi vermemişti.
Shin Sang-Ah, Seol’le Kang Seok arasında dururken seçenekleri değerlendiriliyordu ki çok ama çok kısa bir süreliğine yüzünden bir parıltı geçti. Ve sonra…
“Agh, kolum ağrıdı.”
Tam Kang Seok ceketi uzattığı kolunu biraz indirmişken, kadın bir adım attı.
“Güzel, güzel.”
Kadın, Seol’e birkaç kez kısaca baktı ama ayakları hiç durmadı. Çok geçmeden o da bariyeri geçmişti. Kang Seok’un yüzünde tuhaf bir gülümseme belirdi.
“Ah? Gerçekten geldin, he?”
“Ne demeye çalışıyorsun…?”
“Yo, yo. İyi yaptın. Kolum kopmadan şunu alacak mısın artık?”
Kang Seok ceketi havada sallarken ufak bir yaygara koparttı. Shin Sang-Ah bir kez daha Seol’e baktı ve elini uzattı. Eli tam kendine doğrultulan giysiye dokunmuştu ki Kang Seok birden kolunu tuttu ve kendine çekti.
“Anneciğim?!”
Yüzüstü düşercesine öne doğru tökezledi ve kendini hâlâ oturmakta olan Kang Seok’un kucağında buldu.
“Annene seslenmeyi bayağı seviyorsun, ha?”
“N-ne yapıyorsun?!”
“Otur oturduğun yerde, tamam mı? Bunun olacağını bilerek geldin zaten.”
“Ben, ben…!”
Güm, güm…
Aşağı kattan gelen hafif titreşimler giderek yaklaşıyordu. Shin Sang-Ah’ın kaskatı kesilmiş bedeni hafifçe irkildi. Kang Seok’un eli hafifçe sırtına dokundu ve sonrasında yavaş yavaş aşağı doğru kaydı, ince bel hattını geçti ve sonunda narin, yuvarlak kalçasında durdu.
“Ya da… dışarı gitmeyi mi yeğlersin?”
Kang Seok kulağına fısıldadığında daha da çok titremeye başladı. Yavaş yavaş tüm gücü akıp gidiyormuş gibi görünüyordu. Kalçasını bir hamur gibi sıkmaya başladığında bile Shin Sang-Ah hiçbir direnme belirtisi göstermedi.
“Şimdi, diyeceklerimi dinleyecek gibi hissediyor musun?”
“…”
“Cevap vermek istemiyor musun yoksa?”
“…E-evet…”
Shin Sang-Ah saygı ekiyle konuştuğunda, Kang Seok’un yüzü neşeyle aydınlandı.
“Oh, vay be. Benim küçük fahişem, baksana kıçın ne kadar da yumuşak ve pürüzsüz.”
Şlap, şlap.
Kang Seok, kadının kalçasına hafifçe vurarak Shin Sang-Ah’ın gözlerini sımsıkı kapatmasına sebep oldu. Gerçi oldukça şaşırtıcı bir şekilde Shin Sang-Ah, sonrasında yavaşça kollarını Kang Seok’un beline dolamış ve kendini adamın kollarına iyice gömmüştü. Bunu gören Yi Hyungsik ve Jeong Winwoo, oldukça yüksek sesle ıslık çaldılar. Kadın yanağını onun yanağına nazikçe sürtmeye başladığında Kang Seok gürültülü bir kahkaha patlattı.
“Çok güzel. Gördün mü? İlk baştan böyle davransaydın her şey daha basit olurdu. Bundan sonra biraz aegyo [1] falan yapıp beni keyiflendirirsen sana iyi bakarım, anlaştık mı?”
Kang Seok, Shin Sang-Ah’ın bedeninin güzelliklerinin tadını çıkarırken çenesiyle bariyerin dışını gösterdi.
Orada kalan yalnızca iki kişi vardı; Seol ve şu anda baygın olan Yun Seora.
“Ee, ihanete uğramak nasıl hissettiriyor? Neden bizi aydınlatmıyorsunuz, Bay Altın Damga?”
[Kang Seok’un Durum Penceresi]
[1. Genel Bilgiler]
Çağrılma Tarihi: 16 Mart 2017.
Damga Sınıfı: Gümüş
Cinsiyet/Yaş: Erkek/29
Boy/Kilo: 178,8 cm/ 72,6 kg
Mevcut Durum: İyi
Sınıf: Seviye 0 (Davetli)
Uyruk: Kore Cumhuriyeti (1. Bölge)
Mensubiyet: Mevcut değil
Lakap: Yok
[2. Karakter]
1. Huy:
—Başına buyruk (Her şeyi diğerlerine bakmadan kendi istediği gibi yapmaya çalışır.)
—Benmerkezci (Yalnızca kendi çıkarlarını gözetir)
2. Kabiliyet:
—Hitabet yeteneği (Konuşma yapmak konusunda oldukça yetenekli)
—Sadist (Yalnızca başka birine fiziksel ya da psikolojik şiddet uyguladığında cinsel haz alır.)
[3. Fiziksel Seviye]
Güç: Düşük (Orta)
Direnç: Orta (Düşük)
Çeviklik: Düşük (Yüksek)
Dayanıklılık: Düşük (Yüksek)
Mana: Düşük (Yüksek)
Şans: Orta (Düşük)
Kalan Beceri Puanları: 0
Seol, Kang Seok’un Durum Penceresine bakmakla meşguldü. Bu geri zekalı için işlerin nerede kötüye gittiğini biraz anlamaya başlamış gibi hissediyordu. ‘Hitabet yeteneği’ sayılmazsa göze fazla batan birkaç kötü özelliğinin sıkıntısını çekiyordu.
“Hey, dostum.”
Bunun karşısında Seol’ün kaşları hafifçe çatıldı. ‘Dost, ha?’
“Senin için gerçekten üzülüyorum.”
Kang Seok’un yüz ifadesine bakılırsa gerçekten de Seol için üzülüyormuş gibi görünüyordu.
“Neden böyle yaşamakta ısrar ediyorsun? Hım?”
Shin Sang-Ah’ın başına hafifçe vurdu ve devam etti.
“Ahlaksızın tekisin gibi görünüyor.”
“Ahlaksız mı?”
Kang Seok komik gir şey duymuş gibi kıkırdamaya başladı.
“Amanın~ dostum ya… ah, anladım, anladım. Gerçekten! Dünya’dayken hareketlerinde dikkatli olmak için bir sebep var tabii. Yasalar falan filan var ve uymazsan da sonun parmaklıklar arkasında biter. Ancak…”
Kang Seok yeri işaret etti.
“Ancak burası Dünya değil. Bu da burada aynı şekilde davranmak zorunda olmadığım anlamına geliyor. Sen de bir Davetlisin o yüzden biliyor olmalısın, haksız mıyım? Yepyeni bir dünyaya gidiyormuşuz. Kıçım! Nihayetinde hepsi de yalnızca siktiğimin bir oyunu, adamım! Bir oyun. Senin ve benim de bu oyunun tadını çıkarmamız gerekiyor.”
“Bir oyun, ha.”
“Aynen. Bu yüzden de burada ahlak gibi şeylere dikkat etmenin manası ne ki? Aynı şekilde, burada en iyi, en kibar, en adaletli olmanın manası ne amına koyayım? Burada böyle şeyleri sikleyen kimse yok. Yalnızca ‘ben’ var. Sana diyeyim, kimsenin umurunda değil.”
“Ahh, ayhk!”
Kang Seok, bir anda Shin Sang Ah’ın saçını tutup çekerek kadının acıyla nefesinin kesilmesine sebep oldu.
“Şuna bir bak. Al sana kanıt. Seni sömürmek için bir süreliğine peşine takıldı. Yani, kendi gözlerinle gördün, değil mi? Az önce işler değişince nasıl tepki verdiğini.”
Shin Sang-Ah yavaşça gözlerini kaçırdı.
“Yani buradaki ana fikir zarara uğramamanı söylemem. Oldukça yeteneklisin ve kafanın içindekinin de zehir gibi çalıştığını söyleyebilirim. Neden gözlerini kapatıp akışına bırakmıyorsun?”
Seol, kollarını göğsünde bağlamış bir şekilde orada dururken dinlemeye devam etti.
“Bu zayıflara göz kulak olmak mı istiyorsun? Ne kadar boktan bir saçmalık. Güçlülerin hepsi kötü; zayıfların hepsi de saf, iyi kimseler mi sanıyorsun? Bu eziklerin iyi olduğunu hâlâ düşünüyor musun yani?”
Kang Seok hararetle konuşuyordu.
“Az önce zihinsel bir şok yaşadığını görebiliyorum. Ama bak ne diyeceğim, cesaretin çok kırılmasın adamım. Bu dünya böyle~ işliyor. ‘Güçlüleri’ geçip ‘güçsüzlerin’ üstüne basmamız gerek; ancak bu şekilde hayatta kalabilirsin. Bu çocukla şu kız için düşünceli olmaya devam edersen eninde sonunda her türlü sokak köpeği tarafından ısırılır ve ölürsün.”
Seol yavaşça gözlerini kapattı. Kang Seok’un ağzından çıkan sözler bir süredir onun da üstüne düşündüğü şeylerdi.
“Hâlâ anlamadın mı? Yi Seol-Ah’a ne oldu? Ve şimdi sana ne oluyor?”
“…”
“Bilirsin, başaranlar; ‘başarması beklenenler’ değil başarmak isteyenlerdir. Ayrıca başarısız olması beklenenler de başarısız olacak diye bir şey yok, sadece kaderlerinde başarmak yok. Bu kadar basit.”
“…Kaderinde başarmak olanlar…”
“Aynen!”
Kang Seok birden bağırdı ve elini uzattı.
“Bu kadar konuştuğuma göre eminim ki şimdi anlamışsındır. Bu yüzden de…”
“?”
“Erkek adamlar olarak, neden geçmişi geride bırakmıyoruz? Baştan başlamanın bir sembolü olarak… Ahh!”
Kang Seok, sanki bir şey hatırlamış gibi elini geri çekti.
“Yine de özür dilemelisin ama.”
Seol’ün gözleri kısıldı.
“Özür, ha.”
“Aynen, özür. Vurduğun yer hâlâ acıyor, biliyor musun?”
Hahh—
Kang Seok derin bir iç çekti ve omuzları düştü.
“Gerçekten düşünme şeklini değiştirdiysen, eminim ki özür dilemek kadar küçük bir şey çok da zor olmamalı, değil mi?”
Seol sessizce Kang Seok’a baktı.
“Şey, basit bir şey zaten. Tek yapman gereken kusura bakma demek. Bundan sonra sıkı dostlar olabiliriz.”
Seol, Yun Seora’ya kısaca bir baktı.
“O değil. Onu orada bırakacaksın.”
Kang Seok, Seol’ün bakışlarını fark etmiş olacak ki kesin bir dille konuştu.
“Yun Seora’yı kurtarmak için elinden gelen bir şey olmadığı zihniyetiyle özür dileyeceksen reddetmem gerek. Gördüğün gibi iki yüzlülerden nefret ederim.”
Seol bakışlarını oradan çekti ve sol elini görünmez bariyerin üstüne koydu.
“…K…”
Kang Seok sırıttı; sanki uzun zamandır hayali olan şey gerçek oluyormuş gibi ağzı kulaklarına varmıştı.
“…K…”
Seol, adeta ‘gönülsüzce’ sesini çıkartmaya çalışıyormuş gibi görünüyordu. Doğum günü hediyesini açan bir çocuk gibi Kang Seok’un yüz ifadesi daha da aydınlandı.
Seol nefesini tuttu ve yumruğunu sıktı.
“…Kanı bozuk piç.”
“Yalan sö… Ha?!”
Tam Kang Seok, afallamış bir şekilde ne diyeceğini unutmuştu ki arkasında kalan güvenli bölge gürültülü bir hal aldı.
“Ne oluyor lan?”
Jeong Minwoo neden bu kadar gürültülü olduğunu anlamak için arkasına döndü.
Ve tam da Seol, cebinden bir büyü topu çıkarmak üzereyken…