teşekkürler
Novel Günleri - Bilgilendirme!
Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.
17. Bölüm Tehlikeli Bir Hazine Avı (5)
PAT!!
“Kıhk!”
Etrafa kan sıçradı. Jeong Minwoo’nun iri cüssesi sallanarak yana büküldü ve gürültüyle devrildi. Sonrasında, görünürde yalnızca boşluk olan yerden Hyun Sangmin’in siması, yavaş yavaş bir hayalet gibi kendini belli etti. İki elinde de birer tane demir sopa tutuyordu.
“Ne sikim…?!”
Kang Seok, tamamen serseme dönmüş bir halde sandalyeden kalkmaya çalıştı ama yapamadı. Shin Sang-Ah, Nongae hayaleti [1] bedenini ele geçirmişçesine ellerini kenetlemiş bir şekilde, çaresizce Kang Seok’un beline sarılıyordu. Aynı zamanda da tüm ağırlığıyla Kang Seok’u sandalyeye bastırıyordu.
“Sungjin!!”
Başını aceleyle eğerken bağırdı.
“Hı? Ah! Tamam!”
Kang Seok, korumasız yüzüne bir sandalye inerken çaresizce izlemekten başka bir şey yapamadı. Tok bir çarpma sesinin eşliğinde kafası sola döndü.
“Kğaaak…”
Kang Seok, sonrasında yüzü sersemlemiş ve taş kesilmiş şekilde ağzından tükürüğü akarak yavaşça yere düştü.
“…Sen kimsin de ablamın adını ağzına alıyorsun?”
Yi Sungjin elinde sandalyeyle sinirli bir şekilde söylendi.
Şimdi tek başına kalan Yi Hyungsik, şaşkın bir şekilde tiksintiyle yere tüküren Hyun Sangmin’e baktı.
“Biraz dinlen.”
Demir sopanın savrulmasıyla, Yi Hyungsik’in üst gövdesi geleneksel bir dans gösterisi yapıyormuşçasına döndü ve yere kapaklandı.
Seol'ün tek yapabildiği orada dikilip onlara bakakalmak olmuştu. Hâlâ büyü topunu fırlatmaya çalışırkenki pozisyonunda hareketsizce duruyordu. Afallamış bir halde gözlerini kırpıştırırken… ilginç bir şeye tanık oldu.
Kang Seok, kafasına yediği darbe yüzünden gözlerinin şişmesine rağmen diğer kâğıt tılsımını çıkartıyordu. Neredeyse kimse fark etmemişti ama tam o anda, Shin Sang-Ah üstüne atlayıp sinirli bir aslan gibi dişlerini Kang Seok’a geçirdi.
“Aaaaah”
Dişleri, adamın etine saplandı; Kang Seok ise acı içinde çığlık atarken kafasını sallıyordu. Gerçi kadın burada durmadı ve Kang Seok’un kıvranmakta olan bedeninin üstüne çıkıp ellerini havaya kaldırdı.
“Ömrüm boyunca, ben… ben…”
Şak!
Parmaklarını sonuna kadar açıp güçlü bir şekilde Kang Seok’ün yüzüne tokat attı.
“…asla, senin gibi…!”
ŞAK!!
“…bir kızın çıplak vücuduyla bu kadar kafayı bozan adi bir sapık görmedim, şerefsiz orospu çocuğu!!”
Küt!
Üçüncü vuruşu, kabaca Kang Seok’un burnunu hedefleyen bir dirsek darbesiydi. Adamın burnundan kan fışkırmaya başladı.
Kang Seok ölü bir kurbağa gibi yere serilmişti ve kadının dirseği hedefini bulduğunda, nöbet geçiren bir insan gibi titremeye başladı. Ancak bu da öfkesini dindirmeye yetmemiş olacak ki Shin Sang-Ah kızgın bir boya gibi nefes alıp verdikten sonra ayağını olabildiğince yukarı kaldırdı.
“…Yok, yok artık…”
Bunu görünce, Hyun Sangmin irkildi ve tekrar kalkamayacağından emin olmak için Yi Hyungsik ve Jeong Minwoo’nun yüzlerine demir sopaları indirmeyi kesti. Ve kadının topuğu, Kang Seok’un bacak arasına isabetli bir şekilde indiğinde gözlerini sımsıkı kapattı.
“@%#%^%!!!!!!!”
Muhtemelen Kang Seok’un biraz enerjisi kalmış olacak ki kendi ses tellerini koparacak kadar yüksek bir sesle çığlık attı.
Ancak o zaman Seol kısıtlama büyüsünün etkisiz hale geldiğini hissedebildi. Büyünün sahibi bilincini kaybettiğinden büyünün de devre dışı kalması gayet doğaldı.
Seol sadece arkasından ıslak, yapışkan ayak sesleri geldiğini duyduğunda dikkatini toplayabildi.
Bu Gaekwi canavarıydı. Bu kadar gürültülü bir kaosun çıkmasının ardından ortaya çıkmasaydı tuhaf olurdu zaten. Seol her ne kadar canavarı öldürebileceğinden emin olsa da tatsız bir kazanın yaşanmamasını yeğlerdi.
Aceleyle Yun Seora’yı güvenli bölgeye taşıdı ve sonrasında hâlâ hırsını alamamış Shin Sang-Ah’ı da içeri doğru sürükledi.
“Bayan Shin Sang-Ah! Bayan Shin! Lütfen, dur artık!”
“Bırak beni! Bırak beni dedim! Bu piçin ne kadar…! Ben, ben…!!”
“Canavar! Gaekwi geldi!”
“…Ha? …?!?! Anneciğim!!”
Shin Sang-Ah, canavarın korkunç bedeninin onlara doğru yaklaştığını doğruladığında tavrı 180 derece değişti ve kendini Seol’ün kollarına attı. Kadını bir şekilde sakinleştirmeyi başaran Seol, onu da güvenli bölgeye taşıdı ve ancak o zaman dördü rahat bir nefes alabildi.
Belli bir kişi sağ olsun, üstlerinden şiddetli bir fırtına geçmiş gibi hissediyorlardı.
“Vay anasını. İlk defa başka birine böyle vurdum.”
Bir sigara çıkartırken Hyun Sangmin’in elleri titriyordu. Paketten çıkardığı ilk sigarayı Seol’e uzattı.
Seol kendininkini çıkartacaktı ki sessizce uzatılan sigarayı kabul etti.
“Hey, kanka! Şu, sınıfın dışındaki üçlüye ne yapacaksın?”
“…İçeri mi taşıyalım yani?”
“Yaptığın anda birbirimizle işimiz biter.”
Hyun Sangmin keskin bir şekilde fikrini belirtti.
Hemen sonra iki adam sınıfın koridora bakan penceresinden dışarı baktılar. Kimse fark etmeden Gaekwi yaklaşmış ve yavaş yavaş Jeong Minwoo’yu yemeye başlamıştı.
Katır kutur.
Canavarın adamı kayıtsızca çiğneyip yuttuğunu gören Seol, yalnızca şaşkınlıkla karışık bir iğrenme hissedebildi.
“Ne oldu az önce?”
“Hım? Ah, o! Şey, o çocukla kısa bir süreliğine bakıştık, bilmem anlatabiliyor muyum. Gerçi Bayan Shin Sang-Ah’a işaret çakan bendim.”
‘Gerçekten de oldu mu bu?’ Seol, hiç fark etmediği için şaşkına dönmüştü. Hyun Sangmin, halinden memnun bir şekilde kıkırdadı.
“Ne yoksa? Az önce sana gerçekten de ihanet ettiğimizi mi sandın?”
“Birbirinize nasıl işaret ettiniz?”
“Şöyle. Bunu birazcık gösterdim ve…”
Hyun Sangmin elindeki ikiye bölünmüş kâğıt parçasını göstermişti ki ‘o’ gerçekleşti.
“K-Kğaaaahh!!”
Birden kapı açıldı ve Kang Seok kafasını sınıfa uzattı. Yere tırnaklarını geçirmiş, çaresizce içeri girmeye çalışıyordu.
İki adam şaşkınlıklarını gizleyemediler. O şekilde dövüldükten sonra bu kadar hızlı bilincini kazanmasına inanamıyorlardı. Direnci gerçekten de Durum Penceresinde göründüğü gibi ortalamanın üstündeydi, bu da kendini hemen toparlamasını açıklamak için yeterliydi.
“Nereye girmeye çalıştığını sanıyorsun be?!”
Shin Sang-Ah, Kang Seok’u görür görmez hızlıca koştu ve adamın kafasını bir topmuşçasına tekmeledi.
“K-kah!! L-lütfen! Y-yardım edin!”
“Yardım mı edelim?! Şerefsiz! Yaptığın boklukları unuttun mu hemen?!”
“…L-lütfen!”
“Defol! Defol!!!”
Can havliyle yere tırnaklarını geçiren Kang Seok’un elini ayağıyla ezdi. Sonunda adam daha fazla dayanamadı ve bedeni, bir gelgitin çekilmesi gibi kapıdan dışarı sürüklendi.
Bu arada Gaekwi, Kang Seok’un iki yağcısını yemeyi bitirmiş ve kanlar içindeki Kang Seok’u görünce lezzetli bir tatlıymışçasına ona doğru uzanıp bacağından yakalamıştı.
“Hey sen! Şu, şu şerefsizi yavaş yavaş ye, tamam mı?! Tek lokmada yiyeyim deme sakın, anladın mı?!”
Gaekwi bunu duyduğunda kocaman gözünü birkaç kez kırpıştırdı. Sonrasında Kang Seok’u ayaklarından başlayarak yemeye başladı. Hyun Sangmin bunlara şahit olduktan sonra ürpermeye başlamıştı.
“Ben, ıh, bu kadının bu kadar çıldırmış olduğunu bilmiyordum.”
Seol neredeyse sesli bir şekilde Hyun Sangmin’e katılacaktı.
“Al işte, o şey her şeyi yiyip bitiriyor. Daha hırsımı alamamıştım bile.”
“Böyle öldüğünü izlemek yetmiyor mu?”
“Şey, sanırım… ama o şeyin üstesinden nasıl geleceğiz şimdi?”
Hyun Sangmin iç çekip elleriyle yüzünü kapattı.
Kang Seok ve yağcılarını halletmiş olabilirlerdi ama bu sefer de başka bir sorun ortaya çıkmıştı: Gaekwi canavarı. Eğer o şey güvenli bölgenin kapısının önünde beklemeye karar verirse bu konuda ellerinden gelen hiçbir şey olmazdı. Ve binlerce, on binlerce yıl güvenli bölgede kalacak da değillerdi.
“O halde, öldürsek iyi olur.”
“He?”
Seol’ün sesi rahatlatıcı bir şekilde kendinden emin çıkıyordu.
Kang Seok’un çığlıkları daha ve daha da arttı ve bir yerden sonra tamamen kesildi. Seol, pencereyi açıp baktığında göğsünden altı tamamen kopmuş bir ceset görebilmişti.
Sonra, yavaşça pencere eşiğine vurdu. Gaekwi ışık hızında kafasını arkasına çevirdi; Seol’le göz göze geldi ve ağzını sonuna kadar açarak ürpertici, tiz bir çığlık attı.
Seol, canavarın dişleri arasına sıkışmış, çiğnenmiş insan etini oldukça iğrenç ve sevimsiz bulmuştu; bu yüzden hemen bir büyü topunu canavarın basketbol potası genişliğindeki boğazına fırlattı.
Beklediği sonuç anında kendini gösterdi; Gaekwi büyü topunu yuttuktan sonra alışılmadık tepkiler vermeye başladı. Tüm uzuvları kontrolsüzce seğirmeye başlarken yere devrildi. Kocaman gözü öyle şiddetli titriyordu ki normalde görünmeyen gözakı bile görünür hale gelmişti. Sonuna kadar açılmış ağzından yoğun, koyu renkli bir sis püskürttü.
‘Sanırım bir top yeterli değil.’
“Fırlattığın neydi?”
“’Zehirli Sis’ denen bir büyü topu.”
Seol kısaca cevap verdi, cebinden birkaç büyü topu daha çıkarttı ve Hyun Sangmin’e başka bir soru sordu.
“Doğru ya. Az önceki şey neydi?”
“Hangi şey?”
“Az önce birdenbire belirmenden bahsediyorum.”
Konuşurken dikkatlice nişan aldı ve başka bir büyü topunu daha fırlattı. Kırmızı renkli büyü topu havada hafif bir yay çizdi ve bir kez daha kusursuzca Gaekwi’nin ağzına düştü.
“Ah, o mu? Şey, ben de rastgele kutumdan bir kâğıt tılsım almıştım. Gizlenmek için yani.”
“Gizlenmek, ha?”
Hyun Sangmin acı çeken Gaekwi’ye dikkatle bakarken kafasını salladı.
“Uzun bir süreliğine görünmez kalabiliyordum ama birine bir kez bile saldırdığımda etkisi sona eriyordu.”
“Sadece 500 Hayatta Kalma Puanı aldığını söylememiş miydin?”
“Neyy?! Hey kanka, sal gitsin, tamam mı? Ne olursa olsun, sana yardım etmedim mi zaten? Ve elimde bir koz…”
Bamm!!
Hyun Sangmin, ani patlama yüzünden cümlesini tamamlayamadı. ‘Neydi lan o?’ diye mırıldanıp hemen pencereden dışarı baktı ve şaşkınlıkla gözlüklerini indirdi.
Kıııığğğğaaackkk!!
Gaekwi acılar içinde yerde yuvarlanıyordu. Ve ne zaman içinden patlama sesleri yükselse, tüm bedeni kırmızıya dönüp şişmeye başlıyordu.
“Böyle, böyle bir şeyin bile var mıydı?!”
“Şey, az önce kullanacaktım ama ilk hamleyi yapan siz oldunuz, bu yüzden… ah, kaçıyor.”
Gaekwi kaçmak için elinden geleni yapıyordu ama Seol başka bir büyü topu çıkartarak kaçan canavarın sırtına isabetli bir şekilde fırlattı. Sonrasında bir ışık patlaması gerçekleşti ve düzinelerce örümcek ağımsı şey fırlayıp Gaekwi’yi sıkıca oraya sabitledi.
“…”
O anda Hyun Sangmin, susup yalnızca olayların nasıl seyrettiğini izlemeye karar verdi. Damarlarındaki coşku şimdiye kadar geçmiş gibi hissediyordu; ayrıca daha fazla şok olacak enerjisi de kalmamıştı.
‘Bunun, işini bitirmesi lazım.’
Canavarın üstüne inen son büyü topu berrak bir sıvıya dönüştü ve kılını kıpırdatamayan canavarın üstüne yağdı.
“Ne oldu?!”
Sonradan yanlarına gelen Shin Sang-Ah sordu.
“Onu öldürdüm.”
Seol koridoru işaret ederek konuştu.
Görünüşe göre en etkili büyü topu ‘Hidroklorik Asit’ olanıydı. O korkunç canavarı bile göz açıp kapayıncaya kadar eritmişti.
Koridorda bir zamanlar Gaekwi canavarı olan, çürümüş bir et yığını duruyordu.
“Ah, vay be… cidden…”
Diğerleri inanamayan yüzlerle ona baktığında Seol kendini biraz daha açıkladı.
“Kılavuz haklıydı. Her birimiz birkaç büyü topu çekseydik, bu görev sırasında eğlenebilirdik. Ve bir de doğru büyü kombinasyonunu çektiğim için şanslıydım.”
“Büyü topları mı? Kombinasyon mu?”
“Evet. Bedeninin içine, ‘Ateşleme’ büyüsünün patlamalarının etkisini artırmak için ‘Zehirli Sis’i yaydım. Sonra Gaekwi’yi ‘Örümcek Ağı’yla bağladım ve üstüne ‘Hidroklorik Asit’ yağdırdım.”
“Ah, tanrım…”
Shin Sang-Ah’ın ağzı bir karış açıldı ve hemen eliyle kapattı.
“…Bu biraz… fazla zalimce değil mi…”
Seol ve Hyun Sangmin, hatta sırtını duvara dayamış bir şekilde oturan Yi Sungjin bile, yalnızca şaşkına dönmüş bir şekilde kadına bakabildiler.
*
Alacakaranlık, insaflı bir şekilde olaysız geçti.
Şu anda sekiz kişinin kaldığı güvenli bölgenin içinde iki adam, birbirleriyle rahatça konuşmakla meşgullerdi.
Kaos dindikten sonra Shin Sang-Ah kendini toparlamış ve hızlıca Yun Seora’nın yaralarına müdahale etmişti. Neyse ki hayati tehlikeyi atlatmıştı ama Shin Sang-Ah, kızın koluna bir şey yapmak konusunda kendine güvenmediğinden elinden daha fazlasının gelmediğini söylemişti. Ayrıca tedavinin de gecikmesi işleri daha kötü hale getiriyordu.
Dördü konuşup öğlene kadar orada beklemeye karar verdiler. Yun Seora’nın bilincini kazanmasını bekliyorlardı ama aynı zamanda asıl sorun, hepsinin de devam edemeyecek derecede yorgun olmasıydı.
Seol; Yi Sungjin, Yun Seora ve hafifçe horlayan Shin Sang-Ah üçlüsüne bakarken sessizce bir soru sordu.
“Orta yaşlı adamı göremiyorum.”
“Hım? Kimi?”
“Gözlüklü adam işte.”
“Ah, şu ailesinden vazge… Öhöm. Neden? Gidip onu da mı aramak istiyorsun?”
Seol cevap vermedi ve sadece bir şişe enerji içeceğini kafasına dikti.
Kısa süreliğine aralarında tuhaf bir sessizlik sürdükten sonra Hyun Sangmin paketten bir sigara çıkarttı.
“Hey, kanka… sana bir şey sorabilir miyim?”
“Hım?”
“Orada, sen Kang Seok’a dik dik bakarken… o büyü toplarını kullanacaktın, değil mi?”
Uzun zaman sonra ilk kez, Seol’ün önceki sakin, durgun yüzünde ufak bir gülümseme belirdi.
“Birini kullanmayı düşünüyordun ama kullanmadın, değil mi?”
Hyun Sangmin emin olmak için bir kez daha sorduğunda Seol sadece başını salladı.
“Neden yaptın bunu? Şey, sonuç iyiydi falan ama yine de…”
“Sen demiştin. İnsanlar gerçek yüzünü ancak köşeye sıkıştıklarında gösterirler… sadece kendi gözlerimle teyit etmek istemiştim.”
Bu sefer diyecek söz bulamayan Hyun Sangmin olmuştu.
Sınıfa tekrar bir sessizlik hâkim oldu. Ancak kısa bir süre sonra…
“Siktir, geçtik mi kaldık mı peki?”
İki adam aynı anda gülmeye başladılar.