Eline Sağlık Yapıyosun bu işi
Novel Günleri - Bilgilendirme!
Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.
20. Bölüm Başarımlara Uygun Ödüller (3)
Seol 1. Bölgede kendine rehberlik eden sarışın görevliyi görmüştü ama orada olan yalnızca o değildi. Hepsi de aynı hizmetçi kostümünü giyen, elleri karınlarının üstünde düzgünce üst üste konulmuş bir şekilde duran toplamda dokuz tane görevli vardı.
Tek bir kadın hepsinin ortasında oturuyordu. Bu kadın, kalanları gibi Fransız hizmetçi kostümü giymiyor, bu da doğal olarak herkesin dikkatini üzerine çekiyordu. Işıktan mıdır bilinmez, koltuğun yanlarına dökülen ipek saçları biraz kan rengini anımsatıyordu.
Kalın bir paltoyu omuzlarına geçirmiş; derin düşüncelere dalmışçasına gözleri kapalı ve kolları göğsünde bağlı duruyordu.
Kısa bir sürenin ardından dokuz görevlinin hepsi birden uyum içinde alkışlamaya başladı.
—Bana âşık olduğunu herkese söylediğimde~
—Tebrikler~ ve kutlamalar~
…Hatta Cliff Richard’ın meşhur şarkısını söylemeye bile başladılar.
“Ne yapıyorlar şu an?”
Arkadan biri biraz afallamış bir şekilde sordu. Diğer kişilerin tepkileri de pek farklı sayılmazdı. Hepsi de bir şarkı rutini içeren bu beklenmedik ‘kutlama’ karşısında şaşkına dönmüştü.
Nihayet, şarkı sona erdi. Ortada oturan kadının gözleri yarısına kadar açıldı. Hafifçe çenesini uzattı ve bir mağazada yüksek kalite, lüks mallara değer biçiyormuşçasına gözleri, yavaşça seyirci koltuklarında oturanların üzerinde gezindi.
Tiyatronun içine ölüm sessizliği hakimdi. Kadınla göz göze gelenlerin tepkileri birbirine benzerdi: ya tedirgin olup başlarını eğiyorlardı ya da gizlice gözlerini kaçırıyorlardı. Yutkunma sesleri de yer yer duyulabiliyordu.
Potansiyel avını inceleyen bir yırtıcı hayvanı anımsatan hararetli bakışları, göz göze gelenlerin kalplerinde korku filizlenmesine sebep oluyordu.
Üst üste attığı bacakları yavaşça çözüldü. Sonrasında zarifçe doğrulup öne doğru sakince ilerledi. Seol kadının ne kadar uzun olduğunu gördüğünde oldukça şaşırmıştı; boylu poslu bir adamla omuz omuza duracak kadar uzundu.
Kadın bir anda durdu ve bakışlarını Seol’ün tarafına; daha doğrusu 2. Bölgenin hayatta kalanlarının oturduğu yere çevirdi. Orada, Seol’le sözsüz bir şekilde selamlaşan kız elini kaldırıyordu.
“Siz de bir Eğitim kılavuzu musunuz?”
Seol, ‘Böyle bir atmosferde hâlâ soru sorabiliyor mu?’ diye düşündü. İster istemez etkilenmiş ve aynı zamanda bir miktar endişelenmişti de. O bile kadından tarif edilemez bir tehlike seziyordu. Kelimelere dökecek olursa bu kadın, Seol’e evcilleştirilmemiş vahşi bir hayvanı anımsatıyordu.
Uzun kadın cevap vermedi; yalnızca, ağzını bile açmadan orada dikilip kıza bakıyordu. Gözlerini kızdan ayırmadan kalın kabanının iç cebine uzanıp bir sigara çıkardı. Sigaranın ucuna tuttuğu ateşin yaydığı ışık, karanlığı yalnızca gözünden yanağına doğru inen bir yara izini tüm ihtişamıyla vurgulayacak kadar aydınlatmaya yetiyordu.
Kız, tuhaf atmosferi sezecek kadar duyarlı olsaydı elini çoktan indirmiş olurdu. Ancak başka bir soru sorarken ya son derece cesurdu ya da sadece cüretkardı.
“Ya da… size ne demeliyim? Kimsiniz?”
Uzun kadın, başını hafifçe geriye yatırdı. Seol’ün sarışın görevlisinin iki kişi solunda kalan görevli öne doğru bir adım attı.
“2. Bölge, Odelette Delphine.”
Bu ismi duyunca uzun kadın, yarı kapalı gözlerini sonuna kadar açtı ve bakışlarını tekrar kıza, Odelette Delphine’e çevirdi. Kırmızı dudakları yavaşça aralandı ve ince mavi bir duman dudakları arasından kaçıverdi.
“…Sadece Cinzia de.”
Ancak o zaman kız elini indirdi.
“Ne konuştular?”
“Uzun bayan adının Cinzia olduğunu söyledi. Ve soru soran kişi de 2. Bölgeden Odelette Delphine olmalı.”
Shin Sang-Ah kısık sesle mırıldandı ve Yi Seol-Ah da fısıldayarak cevap verdi.
“Cinzia mı? Othello Delphine mi? Ne biçim isim onlar be?!”
“Sanırım Cinzia İtalyanca bir isim. Ve şey, Othello değil, Odelette…”
Yi Seol-Ah beceriksizce gülümsemiş ve açıklamaya çalışıyordu ki…
[Senkronizasyon başlıyor.]
Aniden, hiçbir uyarı yapılmadan seyirci koltuklarında oturan herkesin beynine keskin ve son derece rahatsız edici bir ağrı saplandı. Seol, Yi Seol-Ah’ın açıklamasını dinlemeye odaklandığından hazırlıksız yakalanmıştı. Amansızca başına hücum eden ağrı karşısında sert bir şekilde kaşlarını çattı. İnsanlar başlarını tutmaya başladığında her yerden sızlanmalar ve inlemeler yükseliyordu.
Neyse ki bu uzun sürmedi.
[Senkronizasyon tamamlandı.]
Bu anons yapılır yapılmaz başı sanki hiç ağrımamış gibi ağrısı yok olup gitmişti. Şimdi aniden, beyin yakıcı ağrıdan kurtulan kalabalık; bir karmaşanın içine düşmüştü.
“Sanırım senkronizasyon biraz gecikti. Her neyse, eminim ki şu anda hepiniz beni anlayabiliyorsunuzdur.”
Kendini Cinzia olarak tanıtan kadın, tüm bu durumu oldukça eğlenceli buluyormuş gibi görünüyordu. Ana dili olanları bile etkileyecek kadar akıcı konuşuyordu. En azından dedikleri, Seol’ün kulaklarına Korece gibi geliyordu.
Muhtemelen kalabalığın şaşkına dönmüş tepkileri hoşuna gitmiş olacak ki Cinzia’nın dudaklarının kenarları yukarı doğru kıvrıldı.
“En azından bir kez filtrelemek daha makul, değil mi ama? Bir sürü kahrolası papağan gibi yakınıp durmaya başlasalardı şimdiye tepemin tası atmış olurdu.”
Tekrar yürümeye başladığında ayak sesleri gürültüyle yankılandı.
“Senkronizasyon sırasında ortalığı birbirine katmamış olmanıza karşı bir saygı göstergesi olarak, başlamadan önce sizi önemli bir konuda bilgilendirmeme müsaade edin. Lafı dolandırmayı hiç sevmem. Ayrıca şu ana kadar buranın neresi olduğuna dair kabaca bir fikriniz oluşmuştur. Bu yüzden de sadede geliyorum.”
Cinzia birkaç adım daha attı ve kısık ama güçlü bir ses tonuyla konuşmaya devam etti.
“Burası, yedi ilahın güçlerinin birleşimiyle yaratılmış, Tarafsız Bölge denen bir mabet.”
Seol, bunu duyduktan sonra Han’ın sözlerini hatırladı. Uşak, Seol’e Tarafsız Bölge’de şans meleğinin öpücüğünün tadını çıkarmasını dilemişti, değil mi?
“Ve burada hepinize, Cennet’te hayatta kalmak için yeterli olup olmadığınızı kanıtlamak için birer şans verilecek. Hepiniz de hayatta kalma puanlarınızı elde ettiniz, değil mi?”
Seol’ün çetelesi 21500’dü. Han kendinden emin bir şekilde, bunun tarihteki en yüksek puan olduğunu söylemişti.
“Uzun lafın kısası, puanınızı 1000’in üstüne çıkarmalısınız. Tarafsız Bölge’den ayrılmanın tek yolu bu. Puan çetelenizi yükseltmenin çeşitli yöntemlerini hazırlamış olsak da kafanıza göre başvuracağınız diğer yöntemlere de karışacak değiliz. Bununla birlikte, yapmak için yalnızca bir ayınız var.”
Tiyatro salonu hafiften hareketlenmeye başlamıştı. Ne de olsa buradakilerin çoğunun duyduğu şey, Eğitimi tamamlar tamamlamaz Cennet’e girebilecekleriydi. Bu da onlara verilen vaatlerle çelişiyordu.
Elbette, rahatlığını sürdüren birkaç kişi de yok değildi. Aralarında öncesinde çok daha detaylı açıklama yapılan kişiler de bulunuyordu, bu yüzden burada ne döndüğünü çoktan biliyorlardı.
“Bir ay içinde puanları toplamayı başaramazsanız…”
“Bu da ne demek oluyor?”
4. Bölgeden karşı koyarcasına bir ses yükseldi. Heybetli bir fiziğe ve sakala sahip olan adam koltuğundan kalktı. Ancak Cinzia yalnızca adama kısaca bir bakış attı.
“Hıh… buraya gelmeden önce tıkındığın burritoyu geri çıkarmak istemiyorsan tekrar kıçının üstüne otursan iyi edersin. Lafımın ortasında soru sorulmasından nefret ederim.”
Sakallı adam birkaç saniye boyunca şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonrasında yüzünü öfkeyle buruşturdu.
“Ne dedin lan sen? Dediklerine dikkat et, seni spagetti orospusu!”
Cinzia kafasını geri atarak yüksek sesle bir kahkaha patlattı.
“Barbar bir Meksikalı olduğun nasıl da belli. Sinaloalısın, öyle değil mi?”
“Nereden biliyorsun…”
“Besbelli. İşe alma yetkisi olanlardan Bronz Damgaları topluca alabilecek yalnızca onlar var.”
Cinzia aniden gülmeyi kesti ve işaret parmağıyla işaret etti. Soldan dördüncü görevli öne çıktı ve kadına bir kâğıt uzattı.
“Bakalım. Böyle cesur laflar eden birinin sonuçları nasılmış merak ediyorum doğrusu.”
Cinzia kâğıda bir göz attı ve yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
“0 puan mı? Ne? Gerçek mi bu?”
Görevli sessizce başını salladı.
“Kırmızı damga bile değilsin. Bronz olarak 0 puan almak da…”
Cinzia kâğıdı fırlattı ve cüsseli Meksikalı adama soğukça baktı.
“Seninle bir daha konuşmakla uğraşamam. Otur yerine, burrito.”
“Seni…!”
“Otur. Aksi halde seni davet edenleri, ettiklerine edeceklerine pişman ederim.”
Ses tonundaki ani değişim o kadar ürkütücü ve dehşet vericiydi ki duyan herkesin tüyleri diken diken olmuştu. Meksikalı adam anında geri adım attı ve koltuğuna yığıldı.
“…Sanırım burada bir şeyi yanlış anlamışsınız.”
Cinzia bir süre bir şey demeden sigarasını içmeye devam etti ve sonrasında gözlerini vahşi bir hayvan gibi seyirci koltuklarının üstünde gezdirdi.
“Buranın resmi adı Kayıp Cennet. Anladınız mı?”
Sözlerinin son kısmını, bilhassa ismi vurgulayarak söyledi.
“Buranın adı ‘Cennet’ diye hız trenine binip eğleneceksiniz falan mı sandınız? Hepiniz de kendine gelseniz iyi edersiniz. Burayı Dünya’yla kıyaslayacak olursam o halde, adım atmak üzere olduğunuz toprakların; her gün havada uçuşan kurşunlar ve patlamalarla dolu bir harp meydanı olduğunu söyleyebilirim. Bu, yalnızca tüm düşmanlarınız öldüğünde hayatta kalmanıza izin verilen bir savaş alanı.”
Sigara izmaritini fırlattı ve tekrar kollarını göğsünde bağladı.
“Zayıf bir canavardan kaçmayı başarabildiniz diye bana ürümeye hak kazandınız mı sanıyorsunuz? Eğitimin amacını anlamadınız mı? Kendinizden çok emin olmayın. Kayıp Cennet’te karşılaşacağınız şeylerin Eğitimdekiyle aynı seviyede olacağını düşünerek kendinizi kandırmasanız iyi edersiniz.”
Durumun gerçekliği kafalarına dank etmiş olacak ki kargaşa neredeyse anında sona erdi.
“Aynen. Anladıysanız çenenizi kapalı tutun, işe yaramaz ağaçkakan sürüsü sizi.”
Tam o anda Seol’ün dudaklarından bir kıkırdama kaçıverdi. Cinzia’nın sözlerine ciddi bir şekilde odaklanmıştı ama ağaçkakan benzetmesini yaptığı anda kendini tutulamadı. Hata yaptığını hemen anladı ve ağzını kapatmaya çalıştı ama o zamana kadar çoktan ilginin odağı olmuştu bile.
“Sen…”
Cinzia’nın gözlerinden tuhaf bir parıltı geçti.
“Ah, anlıyorum. Şüphesiz, tüm bunları oldukça… komik buluyor olmalısın.”
“?”
“Ama sen de anlamaya çalışmalısın. Eleme süreci ne kadar dikkatli gerçekleşse de filtreden kaçmayı başarabilen birkaç toz parçası hep olur.”
Seol azar işitmeyi beklerken kadının anlayış bekleyen ses tonunu duyduğunda kafası karışmıştı.
“Şey, buradan kaçamayacaklar ne de olsa.”
Cinzia bakışlarını tekrar 4. Bölgenin tarafına çevirdi ve kıkırdadı.
“Kesinlikle bir sürü badire atlatman gerekecek. 0’dan 1000 puan kazanmak, işte bu çocuk oyuncağı olmayacak.”
Bunu duyunca, birçok kişi gözle görülür bir şekilde irkildi.
“Kendi davranışlarınızın sonucu bu. Kim size Eğitimden eliniz boş geçin dedi ki?”
Yi Seol-Ah bile pek iyi görünmüyordu. Yalnızca 46 puanı vardı.
“Buraya kadar geldiğimize göre ödül seremonisini de bitirebiliriz artık. Cezalandırılmayı hak eden birilerinin olduğu yerde mutlaka, ödüllendirilmeyi hak eden birileri de vardır…”
Cinzia uzunca bir homurdandıktan sonra ceketinin iç cebine uzandı.
“Bundan sonra adını söylediğim kişi ayağa kalksın. 5. Bölge, Tong Chai?”
Beyaz sarıklı zayıf bir adam ayağa kalktı.
“Çoktan gereksinimleri tamamlamışsın. İstersen Cennet’e hemen girebilirsin.”
“Kalmayı seçiyorum.”
“O zaman, al bakalım.”
Tong Chai’a bir şey fırlattı. Kolayca havada yakaladı ve merak dolu gözlerle kadına sordu.
“Bu da ne?”
“Ne yoksa, suikast timinin bir üyesi bilgi mi istiyor?”
Geri otururken Tong Chai’ın yüzünde belirsiz bir gülümseme oluştu.
“Gerçekten merak ediyorsan daha sonra, arkamda duran görevliye sorarsın. 2. Bölge, Salvatore Leorda.”
Bu sefer, asker tıraşlı bir adam ayağa kalktı.
Cinzia bir şey söyleme zahmetine girmedi ve yalnızca ona doğru bir şey fırlattı. Şaşırtıcı bir şekilde genç görünen adam yakaladı, hafifçe eğildi ve geri koltuğuna oturdu.
“7. Bölge, Hao Win.”
Aynı şekilde giyinmiş Çinli adamlardan, iyi görünümlü ve otuzlarının ortasında gibi görünen biri ayağa kalktı.
“Nasıl göründüğüne bakarak nereden olduğunu kolayca tahmin edebiliyorum. Ee, kalıyor musun?”
“Ne saçma bir soru. Elbette kalıyorum.”
Hao Win isimli adam genişçe gülümsedi.
“Peki. Ve sonra… 2. Bölge, Odelette Delphine.”
“Ben de kalıyorum.”
Kız anında cevapladı. Havada uzun bir yay çizen fırlatılan eşyayı hemen yakaladı. Kontrol etti ve tekrar elini kaldırdı.
“Bir saniye bakar mısınız!?”
“Hım?”
“Sanırım yanlış olanı verdiniz çünkü etiketinde 2. numara yazıyor.”
“Hayır. 7500 puan kazandığını gayet iyi biliyorum.”
Kalabalığın çeşitli yerlerinden şok olmuş ve hayretle dolu sesler yükseldi.
“Eğer başlangıç bonusu olarak aldığın 1000 puanı çıkarırsak asıl puan çetelen 6500 oluyor. Ve Gümüş Damganla kazandığın Hayatta Kalma İşaretinin de puanının beşle çarpılmasını sağladığını hesaba katarsak Eğitim sırasında 1300 puan kazanmış oluyorsun, haksız mıyım?”
“E, evet, haklısınız.”
“Ne yazık. Bu miktar seni en üst sıralamaya taşıyabilirdi. Ancak bu sefer yalnızca ikinci sıra için yeterli.”
Kızın ağzı bir karış açık kaldı. Büyük ihtimalle, puan çetelesinde birinin onu geçme ihtimalini hiç düşünmemişti.
‘Bir dakika… ben de başlangıç bonusu olarak Hayatta Kalma Puanı almamış mıydım?’
Şimdi bir düşününce, Seol, konferans salonunda başlangıç bonusu olarak 5000 puan almıştı. Görünüşe göre orada kazandığı puanlar Hayatta Kalma İşaretinin etkisine dahil değildi. Her türlü, Seol’ün Hayatta Kalma Puanı 21,500 değil, 26,500 oluyordu.
“1. Bölge…”
“Kalıyorum.”
Seol hızlıca ayağa kalktı. Delici bakışları üzerinde hissedebiliyordu.
“O halde, bu adam kaç puan aldı?”
“Sorma bile. Yalnızca asıl puanları sayıldığında bile 2150. Seninkinden 850 puan daha fazla.”
“V, vay be…”
‘Hiç utanması yok mu bu kızın?!’
Seol, yaklaşan nesneyi yakalarken içinden şikayetleniyordu. Bu, etiketinde ‘1’ numarası işlenmiş altın bir anahtardı.
“Açıkçası, bu gerçekten inanılmaz.”
Cinzia, beklenmedik bir şekilde hayranlığını ifade etti.
“Küçük ülkenizin, insanları bağımsızca işe alması bile inanılmazken şimdi ikinci bir kuralsız ortaya çıktı…”
Açıklaması sağ olsun; Odelette Delphine’in üzerindeki bakışlar şimdi Seol’e kilitlenmişti. Seol, bu ilgiyi hiç ama hiç istemiyordu.
Sonunda, Cinzia’nın bir sinyal vermesiyle görevliler aceleyle harekete geçip sahneden indiler ve seyirci bölgelerinin her bir yanına dağıldılar.
“Ne yapıyorsunuz lan? Kalkın!”
Seol tam koltuğuna geri oturmak üzereydi ki tekrar ayağa kalkmak zorunda kaldı.
“Bu ayın son teslim tarihine geri sayım çoktan başladı bile. Ne yoksa, kıçınızı kaldırmadan önce her şeyi önünüze sunayım mı istiyorsunuz?”
Seol, bunu duyunca hızlıca çantasını aldı.
Sarışın görevli, tiyatro salonuna girdiğinden başka bir kapının önünde onu bekliyordu. Sanki bu sefer bunu kullanacaksınız der gibiydi.
*
Tiyatro salonundan çıkıp gözlerinin önündeki manzarayı gördüklerinde, herkes yüzlerine aynı şaşırmış ifadeyi takınmıştı.
Bahsedilen Tarafsız Bölge, göz alıcı iç dekorasyonuyla devasa alışveriş merkezlerini anımsatıyordu. Zemin kat geniş, dairesel bir forma sahipti ve baktıkları her yerde oturma alanları, mağazalar ve diğer tesisler bulunuyordu. Buradaki kimse yukarı doğru uzanan, spiral merdivenlerle birbirine bağlanmış kaç kat olduğunu kestiremiyordu.
Henüz Tarafsız Bölge'den çıkamamışlardı ama buranın dışarıdan nasıl göründüğünü tahmin etmek zor değildi; muhtemelen efsanevi Babil Kulesi gibi uzun ve silindirik bir kuleydi.
Seol, zemin kattaki oturma alanlarından birinde boş bir koltuk buldu ve etrafını incelemek üzere kendini koltuğa bıraktı. Bu ‘oturma alanının’ en dikkat çekici kısmı, zeminin tam ortasındaki süs havuzunun yanında bulunan duyuru panosuydu. Bu panoda, kâğıt tılsımları anımsatan sayısız kâğıt parçası asılıydı. Ve etrafına da oldukça kalabalık bir grup insan toplanmıştı.
Seol daha sonra, etraf biraz sakinleşince gidip bakmaya karar verdi. Bu yüzden, orada oturup düşüncelerine odaklandı.
İlk başta direkt Tarafsız Bölge’den ayrılmayı düşünüyordu. Çoktan gereksinimleri karşıladığına göre burada zaman kaybetmesinin bir lüzumu olmadığını varsaymıştı. Yine de elinde 1000’den fazla puanı olan diğer dört kişinin hepsi de kalmayı seçmişti. Hiçbir tereddüt belirtisi de göstermemişlerdi.
Ayrıca, Hao Win denen adam da dememiş miydi? Bu ‘saçma bir soru’ diye.
‘Tamam o halde. Rüyamda buraya dair ne görmüştüm…?’
…Burası hakkında hiçbir şey hatırlamıyordu.
Dördünün de burada kalmayı seçmesinin bir sebebi olmalıydı. Seol, böyle zamanlarda Kim Hannah’ya gücenmeden edemiyordu.
Ne yapacağını bilmez halde yüzünü ovalarken oturmaya devam etti. Birinin kendine doğru yaklaştığını hissedip kafasını kaldırdı.
“Nasılsınız?”
Gözleri buluşur buluşmaz asil bir zarafetle selam veren kadın, oldukça tanıdık bir şekilde giyinmişti. Düzgünce bağlanmış saçlarını ve burnunun üstünde duran gözlüğünü gördüğünde, Seol kadını hemen tanıdı; sahnede soldan ikinci sırada duran görevliydi bu.
‘İkinci… Bölgedendi sanırım?’
“Merhaba. Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?”
“Ben Agnes. Sizin için de uygunsa size bu tesisi gezdirmekten şeref duyarım.”
İşte bu harika olmuştu. Ancak aynı zamanda kafasında birtakım sorular oluşmasına sebep olmuştu.
“Gerekli bilgiye kendimiz erişmemiz gerektiğini sanıyordum?”
“Kesinlikle öyle. Yine de temel bilgileri sunmak görevimiz. Ayrıca, kendi rızamızla daha fazla açıklamada bulunmak da kurallara aykırı değil.”
Seol, bu iyi muamelenin Altın Damgasıyla bir ilgisi olduğunu anladı. Kabul edercesine başını salladı. Başı boş gezinmektense birinin rehberlik etmesi şüphesiz çok zaman kazandıracaktı.
“Yardımınız için teşekkürler. Size emanetim o zaman.”
“Ahh, o halde…”
Tam Agnes’in yüzü aydınlanmıştı ki Seol’ün arkasına taş kesilmiş bir şekilde bakmaya başladı. Seol arkasına baktığında, Eğitimdeki sarışın görevlinin orada dikildiğini gördü. Ayrıca, yüzüne… neşeli bir gülümseme de takınmıştı.
“M, Maria… Elbette 1. Bölgenin yetki alanımda olmadığını biliyorum. Ancak Eğitim çoktan sona erdi. Bu sefer, bu küçük şeyi bana bırakmak daha iyi olmaz mı?”
Sarışın görevli, Maria ışık saçarak gülümsemeye devam ediyordu. Bu sırada orta parmağını kaldırdı. Agnes’in yüzü anında buz kesti.
“Bu el hareketi de ne demek oluyor?”
“Affedersin~”
“?”
“Siktirtme belanı, lütfen.”
“…Her zamanki gibi kabasın, anladık.”
Agnes, yumuşak ama cesur bir şekilde hıhlayıp Seol’e doğru sessizce eğildi ve bir şey demeden çekip gitti.
“Hâlâ şu iğrenç, orada burada kuyruk sallama huyundan vazgeçememişsin; seni Sicilyalı sürtük.”
Seol kulaklarından şüphe duymadan edemiyordu. Sarışın görevlinin gayet iyi konuşabildiğini zaten öğrenmişti ama o sevimli ve ışık saçan yüzünden böyle ağır küfürlerin çıktığını duyunca…
“Pekâlâ, o zaman. Müsaadenle sana etrafı gezdireyim.”
“…Oldukça iyisin. Konuşmakta yani.”
“Ahh, o mu? Bilirsin, şu anda sessizlik yemini üzerinde çalışıyorum.”
“Sessizlik… yemini mi?”
“Evet. Bu kötü alışkanlığını düzeltmeye çalışıyorum da. Görüyorsun ya, kelimeler beynimde filtrelenmeden ağzımdan çıkıveriyor.”
Maria düşünmeden konuştuğunu söylemeye çalışıyordu. Seol az çok anlayabiliyordu.
“Şey, ım… sana emanetim o zaman.”
Seol yerinden kalktığında, Maria giysisini çekiştirmeye başladı. Sonra da oturma alanının içinde kalan bir yeri gösterdi. Oradaki tesisler kafeleri anımsatıyordu.
“Başlamadan önce… ilk olarak şuradan bana içecek bir şey ısmarlamak ister misin?”
“…”
Seol, Agnes’i çağırmak için arkasına döndü. Maria panikle hoplayıp zıplamaya başladı.
“Bekle, bekle!! Tamam, peki. Peki! Ama bana içecek bir şeyler alsan ne olurdu sanki?!”
“İyi de neden alayım ki…?”
“Cimri. Bir sürü Hayatta Kalma Puanın yok mu?”
Seol birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. Bir şeyler alması için dilenirken Hayatta Kalma Puanlarından bahsetmişti. Ama neden?
“Tesislerden faydalanmak için Hayatta Kalma Puanı mı kullanmak gerekiyor?”
“Evet. Tarafsız Bölge’de tek para birimi Hayatta kalma Puanı. Yemek, yatmak ve giyecek bir şeyler almak için hep Hayatta Kalma Puanı kullanman gerekiyor.”
Seol kaşlarını çattı. Sadece bir sürü puan toplamakla bitmiyor; bir yandan da harcamaları gerekiyordu. İşte bu zorluğu oldukça artırmıştı.
“Daha fazla Hayatta Kalma Puanı nasıl toplanıyor?”
Maria, sözlü bir şekilde cevap vermektense duyuru panosunu işaret etti. Panonun önünde hâlâ oldukça kalabalık bir kesim vardı.
“Duyuru panosunda asılı olan görevleri alıp tamamladığında ödül olarak Hayatta Kalma Puanı elde edebilirsin. Puan toplamanın normal yolu bu şekilde.”
“Normal yolu ha…”
“Hayatta Kalma Puanları ödünç verilip başkalarına aktarılabilir de.”
Seol’ün yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
Seol, Maria’nın dedikleriyle Cinzia’nın ‘kafanıza göre başvuracağınız diğer yöntemlere de karışacak değiliz’ sözlerini bir araya getirdiğinde burada ne döndüğünü tahmin edebiliyordu. Çoğunluk, sorunlarını borç alarak ya da hırsızlığa başvurarak çözmeye çalışacaktı.
“Açıklama da yaptığıma göre bir şey ısmarlayacaksın, değil mi?
“Hayır.”
“Neee? Neden ama?”
“Puanlarımı biriktirmem gerek. Gökten puan yağıyor değil sonuçta.”
“Ama… neden bu kadar cimrisin be?! Bedava konaklama ve yeme imkânın olduğunu biliyorsun, o halde neden?”
Seol kızın ne demeye çalıştığını anlamayarak başını eğdi.
Maria çaktırmadan etrafına bakındı ve Seol’ün kulağına fısıldadı.
“Burada bile bir sürü ayrımcılık yapılıyor, anlarsın ya. Sözleşmeliler tesisleri kullanırken tam ücreti ödemek zorunda ama aynısı Davetliler için geçerli değil. Bronz Damgalılar %10 indirim alırken Gümüş damgalılar %20 ve…”
“O zaman…”
“Sense bir Altın Damgalı olarak buradaki her tesisi %30 indirimli kullanabiliyorsun. Bir de üstüne, en yüksek puanı olan hayatta kalan da sendin. Kendine ait bir konutunun olmasının yanında, belli başlı mağaza ve lokantalarda geçerli %70 indirimin de var.”
Seol kıza inanamayarak baktığında Maria neşeyle başını salladı.
Ve dediği doğruydu.
Satılan en ucuz içecek 1 Hayatta Kalma Puanıydı. Maria, 10 puanlık bir içecek seçti ama Seol Altın Damgasını ve anahtarına takılı etiketi gösterir göstermez tek bir puan ödemesine bile gerek kalmamıştı.
“Burada kalarak akıllıca bir karar verdin.”
Üst katlarda yer alan konutuna doğru giderken Maria birden böyle dedi. İçeceğini pipetten hüpletirken keyfi oldukça yerinde görünüyordu.
“Yani, bir kere ayrıldın mı Tarafsız Bölgeye geri dönmek çok zor. Buradan ayrılma hakkını zaten elde ettiğine göre buradaki her fırsattan olabildiğince faydalanmalısın, öyle değil mi ama?”
“Peki, burada kalmama değecek o fırsatlar neymiş?”
“VIP mağazası.”
Maria anında cevap verdi ve birden bir broşür çıkarttı.
“Bunlar, VIP mağazasından alabileceğin bazı şeylerin listesi.”
Listeyi incelerken Seol’ün gözleri gittikçe daha da büyüyordu.