Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

28. Bölüm Görevleri Silip Süpürmek (2)

Çevirmen: Zakowske / Editor: Momental

Henüz şafak yeni söküyordu ancak Tarafsız Bölge’nin birinci kat meydanı insan kaynıyordu. Herkes sınıfını ‘uyandırdıktan’ sonra görevler çok daha yapılabilir bir hal almıştı. Aynı şekilde hayatta kalma oranı da oldukça artmıştı.

Uyanıştan önce çoğunluk Normal dereceli görevleri denemeye cesaret edemiyordu. Ancak şimdi takımın dizimi iyi ayarlandığı sürece böyle görevler çok riske girmeden tamamlanabiliyordu. Hatta bir takımın bir Zor görevi tamamladığına dair dedikodular bile dolaşmaktaydı.

Hayatta kalanların daha atılgan olmalarının üç ana motivasyon kaynağı vardı.

Bunlar: ‘daha çok görevi başarıyla tamamla’, ‘daha çok HKP kazan’ ve ‘daha iyi beceriler ya da ekipman satın al’dı. Herkes HKP harcadıkça daha da güçlendiklerini görebiliyordu, bu da hayatta kalanların kendilerini görevlere vermesini sağlıyordu.

Bunun tam bir Möbius Şeridi olduğu söylenebilirdi; Cinzia’nın dedikleri tam isabetti. [1]

“Haaaağ~”

Bir adam birinci kat oturma alanında oturmuş, ağzını sonuna kadar açarak esniyordu. Dudaklarını yaladı ve birini bekliyormuşçasına etrafına bakındı.

İstikrarlı adımların kendine doğru yaklaştığını duyduğunda başını hafifçe kaldırdı. Merdivenlere bakarken gözleri beklentiyle kocaman olmuştu. Ne var ki merakı yalnızca kısa bir anlığına sürdü. Çenesini dirseğine yasladı ve ilgisiz gözlerle aşağı inen kişiyi süzdü.

Bu, mızrak tutan genç bir adamdı. Bu kişinin kim olduğunu bilmeyen yoktu. Zor görevi tek başına tamamladıktan sonra ilginin merkezine oturan birinci sıradaki hayatta kalan.

Elbette, bu geçmişte kalmıştı. O zamandan bu yana iki ay geçmiş ve şimdi onun özel olduğunu düşünen kimse kalmamıştı.

Mızraklı adamın hareketleri hiç mantıklı değildi. Hiçbir gerçek göreve de elini sürüyor değildi ayrıca. Hiçbir ödül vermeyen temel eğitim görevlerini yapıp duruyordu. Herkesin, adamın hareketlerini tuhaf bulması gayet doğaldı.

Bu genç ve anlaşılması güç hareketleri hakkında da bir sürü söylenti çıkmış ama nihayetinde onlar bile yitip gitmişti. Kimsenin yoluna çıkmadığı için insanlar ona karşı ilgisini kaybetmişti. Üstüne, daha en baştan bir sürü Hayatta Kalma Puanı olduğundan, bir şey yapmak için bir sebebi olmadığını düşünmüşlerdi.

Oturma alanındaki adam bunları düşündükten sonra ilgisini gençten tamamen çekti.

‘Ha bire koşmanın nesi bu kadar eğlenceli ki hem? …Ha?’

Birden, gencin her zamankinden farklı bir tutum izlediğini fark etti.

Normalde meydana iner inmez pist parşömenini yırtar ve gözden kaybolurdu. Ancak nedense bugün duyuru panosunun önünde durmuş bekliyordu. Durduğu yer bile normal yerinden farklıydı.

Sonunda bir parşömen kâğıdı seçti ve ortadan ikiye yırttı. Anında yok oldu.

‘Panonun orasında koşma görevi yoktu sanki?’

Yoksa…

Oturan adam ayağa kalktı. Gözlerini, gencin az önce bulunduğu yerden bir an bile ayırmadan birden kanatları çıkmış gibi hızla koşmaya başladı.

‘Tam buradakini koparttı.’

Aşağıdan ikinci sırada, en sağdaki görev parşömenini aldı ve baktı.

[Köpek Maymunlarının Saldırısından Sağ Çık! (Kalan girişim sayısı: 2/30)]
Ormandaki üç Köpek Maymunuyla savaş ve hayatta kal!

Zorluk: Biraz Kolay
Başarılı olunduğunda: +40 HKP
Başarısız olunduğunda: Ölüm
*İş birliği kabul edilmektedir. (2 kişiye kadar)

Görev detaylarını okuyan adamın kaşları hafifçe yukarı kalktı.

*

Seol’ün kendini bulduğu yer, dolanan sarmaşıklar ve gökyüzünü kaplamış, her yere yayılan ağaçlarla dolu bir ormandı.

Çantasından küçük bir kese çıkardı. Başının üstüne tutup sallayarak içindeki pembemsi tozu etrafına saçtı.

Bu, ‘et kokusu’ isimli bir keseydi. Tarafsız Bölge mağazalarından satılan bu ürün, canavarların ilgisini çekme özelliğine sahipti. Agnes’in almasını tavsiye ettiği şeylerden biri de buydu.

Bu şekilde ‘Yabanda Hayatta Kal’ görevinin gereğini yerine getirmek için canavarlardan kaçınıp süre limiti 2 saat ya da her neyse beklemek yerine, görev bölgesindeki her bir canavar ve vahşi hayvanı öldürmek çok daha kolaydı.

‘Doğru yolu bul’ ya da ‘labirentten çık’ gibi saldırı gücü gerektirmeyen görevler dışında panodaki her bir görevi denemeyi planlıyordu. Bu yüzden, hızlanmak istiyorsa bu ‘et kokusu’ vazgeçilmez bir eşya olacaktı.

Beklerken bir şişe Yetelilik’i kafasına dikti. VIP mağazasından aldıkları çoktan bitmişti, bu yüzden sıradan mağazalarda satılanlardan almıştı. Dört kat verimlilik, tabii ki hiç yoktan iyiydi.

Köpek Maymunlarının üstün koklama yetenekleri vardı, bu yüzden Seol’ün olduğu bölgeye yakında gelmiş olacaklardı. Tam da beklediği gibi çok geçmeden kulağına hışırtı sesleri çalınmaya başladı.

Sesler yan tarafından geliyordu. Seol şişeyi bırakarak mızrağını sıkıca kavradı. Çalılar birkaç kez daha hafifçe hışırdadıktan sonra aralarından iki tane Köpek Maymunu belirdi.

Tamamen siyah kürkle kaplı bu yaratıklar oldukça iri görünüyordu. Yalnızca dört uzuvları değil, tüm vücutları kasla dolup taşıyordu adeta. Seol’e gorilleri anımsatıyorlardı ancak daha küçüklerdi ve köpeğe benzeyen burunlarıysa belirgin farklarındandı.

İki Köpek maymunundan biri kendini Seol’ün önüne attı. Diğeriyse kendine bakması için Seol’ün dikkatini çekmek istercesine yavaşça etrafında, saat yönünün tersinde daireler çizmeye başladı.

Seol gözlerini yaratıklardan ayırmadan yutkundu. Boğazı kurumuş ve alnında ter damlaları oluşmaya başlamıştı. Onlarca iskeletle karşılaştığında korkmamıştı ancak alt tarafı bu iki köpeğimsi yaratığın karşısında dayanılmaz bir tedirginlik hissediyordu. İki ay öncesine göre zihniyetindeki değişimin açık bir göstergesiydi bu.

Gerginlikten kalbi sıkışıyor olsa da beyni takır takır işliyordu. Aynı zamanda vücudunda dolanmakta olan manasını yavaşça mızrağına aktarmaya başladığında mızrağı ellerinde hafifçe titremeye başlamıştı.

‘İlk hamleyi onların yapmasını mı beklesem?’

Hayır, bekleyemem. Akışına bıraksaydı bu yaratıklar yakında birlikte saldırmaya başlayacaklardı ki bu da düşmanla aynı anda hem önden hem arkadan savaşması gerektiği anlamına geliyordu. Bu durumda o da…

‘Hızlı davranan savaşı kazanır.’

Mızrağıyla nişan aldığında yavaşça çember çizen Köpek Maymunu durdu.

Harekete geçmeden hemen önce nefesini kontrol etti.

İlk hamleyi yapmak bu kadar zor muydu? Oldukça şaşırmıştı.

Rüyasında sayısız kez tecrübe ettiği gibi olağanüstü bir savaşa girişmeyi düşünmüyordu bile. Yalnızca şimdiye kadar aldığı eğitimin hakkını vermekti tüm istediği.

‘Hadi yapalım şu işi.’

Çoktan pozisyon almıştı bile. Gözleri odaklandı.

Kararını verdiği an, kollarını ileri uzaturken tüm gücüyle yeri tekmeledi. Köpek Maymunu hemen yana çekildi ve sonrasında vahşice üstüne atıldı. Yaratık mızraktan da gözlerini ayırmıyordu.

Mızrak hedefini kaçırmış olabilirdi ama Seol’ün de eli armut toplamıyordu. Yaratığın kenara çekildiğini görür görmez mızraktaki tutuşunu değiştirdi.

Saldırısı ‘Saplamadan’ ‘Kesmeye’ dönmüştü.

Havaya saplanan mızrak birden keskin bir yay çizdi ve Köpek Maymununun boğazını kesti. Katılaşmış bir parça tofuyu [2] kesiyor gibi hissetmişti. Yaradan kan fışkırdığını gördüğünde geriye sıçradı ve belini hedef alan pençeler sıyırıp geçerek ucu ucuna hedefini kaçırdı.

Köpek Maymununun sinsi saldırısı kıl payı başarısız olmuştu. Yaratık yerde kayarak drift yapıyormuşçasına bedenini döndürdü ve toprakta pençe izlerini bıraktı. Ne yazık ki o kafasını kaldırıp insana bakana kadar keskin bir nesne çoktan kafasına giriyordu bile. Mızrak canavarın beynine derin bir şekilde saplandı. Köpek maymunu titreyerek yere yığıldı.

Seol göz açıp kapayıncaya kadar iki Köpek Maymununun icabına bakmıştı ancak hiçbir şey bitmiş değildi. Kanla kaplı mızrağını kendine çekti ve bir çember çizercesine etrafında döndürerek savurdu.

‘Vur!’

Pat!

Sırtını hedefleyen diğer Köpek Maymununun ağzından bir şelale misali kan fışkırdı. Yaratık havada birkaç takla attı ve sert bir şekilde kafası üstü çakıldı. Can çekişen bir solucan gibi kıvrıldıktan sonra tamamen hareketsizleşti. Seol, ölü canavara afallamış bir yüz ifadesiyle baktı.

Üçüncü Köpek Maymununun bir yerlerde saklandığını tahmin etmişti. Görev parşömeninde üç yaratık olduğu yazdığından bundan şüphelenmesi doğaldı.

Ama asıl şaşırtıcı olan, aşırı derecede güçlenmiş olmasıydı. Bu kadarını beklemiyordu.

Onu bu kadar heyecanlandıran bir savaş için sonuç büyük bir hayal kırıklığıydı. İlk hamleyi yapma konusunda kendini cesaretlendirmeye çalışması, şimdi gözüne oldukça komik görünüyordu.

‘O kadar zayıf görünmüyorlardı da.’

O fark etmeden etrafındaki manzara değişti.

‘Mükemmel’ denebilecek bir zaferdi ancak Seol hiç de mutlu hissetmiyordu.

‘Geri sıçrayıp sonrasında saplamama gerek var mıydı?’

Savaşı zihninde adım adım canlandırdı.

‘Saplamadan Kesmeye geçerken… ikisinin icabına aynı anda bakmalıydım.’

Agnes bu görevlerin de bir tür eğitim olduğunu söylemişti. Tek başına temel teknik antrenmanları, eksikliğini tamamen kapatmaya yetmez demişti. Ve kazanacağı Hayatta Kalma Puanlarını da cabası diye eklemeyi unutmamıştı.

‘Bir kez daha.’

Seol kalan son parşömen kağıdını da heyecanlı bir yüz ifadesiyle ortadan ikiye yırttı.

Sonunda, kontağı çevirmişti.

*

Şu anda Tarafsız Bölge’de en itibar sahibi kişi şüphesiz ki Odelette Delphine’di. Yalnızca havalı Büyücü sınıfına sahip olmakla kalmıyor başlangıç puanı olarak verilen 7500 KHP da yükselmesinde destek olan bir çift kanat görevi görüyordu.

Uyanışı tamamlanır tamamlanmaz birçok beceri ve ekipman almıştı. Çok geçmeden kendini Tarafsız Bölge’de en çok anılan kişi olarak bulmuştu. Muhtemelen karakteri gereği, başka birinin takımına katılmaktansa kendininkini kurmayı tercih etmişti.

Kendiyle aynı bölgeden biri olan Leorda Salvatore ve 7. Bölgeden Hao Win takımına katıldığında takımı Tarafsız Bölge’nin zirvesine oturmuştu.

“Kim?”

“O adam. Birinci sıradaki.”

Odelette Delphine her zamankinin aksine heyecanlı olan Leorda’ya meraklı bir şekilde baktı. Normalde pek sesi çıkmayan bu Okçuyu ne böyle heyecanlandırmış olabilirdi?

“Ah~ Dün müydü? Tekrar görevleri yapmaya başladığını duydum.”

“Ama…”

“İyi bir şey değil mi bu?”

“…Pardon?”

“Zaten yakında harekete geçmesini bekliyordum… her neyse, onunla gidip konuşacağım. Dürüst olmak gerekirse… o adam en çok takımıma almak istediğim kişiydi.”

Leorda, hiçbir şeyden haberi olmayan bu kızın parlak gelecek planlarını dinlerken yalnızca hüsrana uğramış bir şekilde bakabildi.

“Mesele o değil.”

“? Ne o zaman?”

“İki gün önce panodaki tüm Kolay ve Biraz Kolay görevler yok oldu. Hepsi de. O adam silip süpürmüş. Tek başına.”

“Hım… O zorluk dereceleri pek de önemli sayılmaz.”

Hao Win, ayaklarını masaya uzatmış bir şekilde arkasına yaslanarak ağzında sigarayla mırıldandı. Abartacak bir şey olmadığını ima ediyordu.

Panoda toplam 9 zorluk derecesi vardı.

‘Temel’

‘Çok Kolay’, ‘Kolay’, ‘Biraz Kolay’

‘Normal’

‘Biraz Zor’, ‘Zor’, ‘Çok Zor’

Ve son olarak, ‘İmkânsız’.

Çok Kolay, Kolay, Biraz Kolay dereceli görevlerin kalan girişim sayıları hayatta kalanların ilk ay hep o görevleri seçmesinden dolayı neredeyse bitmek üzereydi. Bir de her bir görevin toplam girişim sayısı az olduğundan er ya da geç biteceklerdi zaten.

Sınıflarını uyandırdıktan sonra hayatta kalanlar Normal ve Biraz Zor görevlere başlamışlardı. Yine de sorun yoktu çünkü Uyanış göz önünde bulundurulduğundan bu görevlerin girişim sayısı oldukça fazlaydı.

Bunların bir üst zorluk düzeyindeki görevlerin girişim sayısı nispeten daha azdı. Elbette Zor görevleri deneyen takım sayısı da aynı şekilde azdı.

Ancak asıl sorun…

“Dün gece, kalan Normal görevlerin de üçte biri yok oldu.”

“…Ne?”

Odelette Delphine’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Dün gece takımıyla birlikte bir Zor görevi tamamlamakla meşguldü.

“Tek bu da değil. Kendi gözlerimle gördüm… Biraz Zor görevler bile korkunç bir hızda azalıyor.”

“Ne dedin?!”

Hao Win masadan ayaklarını indirip oturduğu yerde sırtını dikleştirdi.

“Demedim mi size? Tüm meydan karmaşa içinde.”

“Hadi gidelim.”

“Gidip bir bakalım biz de!”

Adam ve kız aynı anda yerlerinden fırladı. Odelette Delphine aceleyle birinci kata indiğinde ilk başta anlamakta zorlandığı bir manzarayla karşı karşıya kaldı.

Onlarca hayatta kalan bir adamın etrafında toplanmış birbirleriyle fısıldaşıyorlardı. Kalabalığın ortasındaysa Seol, bir parşömen kağıdını ortadan ikiye yırtmakla meşguldü.

“Ne oluyor…?”

Odelette Delphine, Seol’ün gözden kaybolduğunu gördüğünde hüsrana uğradı. Tam insanları ittirip duyuru panosuna doğru gidecekti ki olduğu yerde donakaldı.

“Ne…?!”

Genç kız Seol’ün tekrar belirdiğini gördüğünde istemsizce şaşkınlıkla bağırdı.

Daha bir dakika mı olmuştu? Kesinlikle iki dakikadan fazla değildi… Seol’ün ifadesizce duyuru panosuna gidip başka bir parşömen kağıdını yırttığını gördüğünde biraz ürkmüştü bile.

‘Ne seçti?’

Seol tekrar ortadan kaybolduğunda kız aceleyle koşturdu ve panoya baktı.

[Bir Wendigoya [3] karşı hayatta kal! (Kalan girişim sayısı: 14/60)]
Ormanda bir Wendigoyla savaş ve hayatta kal!

Zorluk: Biraz Zor
Başarılı olunduğunda: +450 HKP
Başarısız olunduğunda: Ölüm
*İş birliği kabul edilmektedir (4 kişiye kadar)

“Bu görevi altıncı kez yaptığını duydum.”

Kız farkına varmadan Leorda yanına gelmişti bile. Adam dudaklarından tatsız bir kıkırdama kaçarken başını salladı.

Delphine içinden saymaya başladı. Bir, iki, üç, dört… 57 dediği anda Seol tekrar belirdi. Genç adam hemen sonrasında başka bir görev seçmeye başladı.

Bir görevi nadiren bir kez yaptığı oluyordu ancak genelde bir sonraki göreve geçmeden önce iki üç kez tamamlıyordu. Bazı görevleri beşten çok yaptığı bile oluyordu.

Kız farkına varmadan o da şaşkın kalabalığın arasına karışmıştı. 20 dakika içinde 12 kez daha parşömen kağıdının yırtılma sesini duyabildi. Her bir görev saldırı odaklıydı. Nereden bakılırsa bakılsın, Seol görevleri dehşet verici bir hızda tamamlıyordu.

Oturma alanından izleyen iki adam hayretle cıklamaktan başka bir şey yapamamıştı.

“Vay anasını… bunu bir insanın başarması mümkün mü?”

“Bilmiyorum. Aha bak, geldi işte. Yine yaptı.”

“Kısandım, tüm bu Altın Damga vesaire…”

“Hah. Ben de neden şimdiye kadar hiçbir şey yapmıyor diyordum. Her şey çocuk oyuncağı gibi geliyormuş demek ki.”

Altın Damga? Çocuk oyuncağı?

Agnes dinlenme salonunun bir köşesinden bunları dinlerken alayla homurdandı.

‘Ahmaklar sürüsü.’

Cehenneme gönderilip geri getirilseler bile hakikati kavrayamazlardı. Onlar Cinzia’nın oyunlarına kanıp görevleri tamamlamakla meşgulken Seol acımasız bir eğitime katlanıyordu.

Seol de görevleri tamamlayıp HKP kazanmak istememiş miydi? Gerçekten de istemişti ancak sabretmişti. Geçen iki ayda şikâyet etmeden geliştirdiği yetenek ve becerileri sonunda meyvelerini veriyordu.

Bir şey kanıtlarcasına Seol uzun bir süre boyunca tekrar ve tekrar ortadan kaybolup tekrar belirdi.

Agnes’in dudaklarında yumuşak, ince bir tebessüm belirdi.

*

[Kuşatmayı aş ve hayatta kal! (Kalan girişim sayısı: 11/15)]
İskelet grubunun kuşatmasından sağ çık!

Zorluk: Zor
Başarılı olunduğunda: +1000 Hayatta Kalma Puanı
Başarısız olunduğunda: Ölüm
*İş birliği kabul edilmektedir. (6 katılımcıya kadar)

‘Nihayet.’

Seol sonraki dört gün içinde bütün Biraz Zor görevleri silip süpürmüştü. Şimdi ilk Zor görevine başlayacaktı. Hangisiyle başlayacağına çoktan karar vermişti bu yüzden hiç duraksamadı.

Işınlandığı yer, bir yeraltı mağarasıydı. Alçak tavana baktığında bedenini tuhaf bir deja vu hissi kapladı.

“Görüşmeyeli uzun zaman oldu.”

Düzinelerce iskelet önceki gibi ona dik dik bakıyordu. Seol sırıttı ve bedeni pozisyon alırken yüzü ciddileşti ve dikkatini toparladı.

Savaş alanı dar ve sınırlıydı; geri çekilecek hiç yer yoku. Burada yapması gereken geri çekilmek değil, ilerlemekti.

Miğferli iskelet çenesini açtığı anda, Seol bir leopar gibi ileri atıldı.

İskeletlerle dolu bir yere mızrağını sapladığında tok çatırtı sesleri mağarayı doldurdu ve parçalanmış iskelet yığınları etrafa saçıldı. Onu yandan kesmeye çalışan bir kılıcı savurdu ve oluşan açıklığa mızrağını sapladı. Kafası yarılan iskelet komik bir şekilde titredikten sonra yere yığıldı.

Böylece kendine biraz alan açmayı başarmıştı. Bundan sonraysa kendine doğru akın eden iskeletleri hızla öldürmeye başladı.

Seol’ün savaşma tarzı basit ama etkiliydi.

İlk olarak gelen saldırıyı savuşturuyor, sonraysa düşmanın kafasını yarmak için saplamayı kullanıyordu. Aynı anda ona gelen başka bir saldırı daha varsa hızla yere çöküyor, saldırı boşluğa isabet ettiği anda da mızrağını saplıyordu. Özellikle kafataslarını hedef alıyordu.

‘Vurma’ ve ‘Saplama’ arasındaki geçişler bir akarsu kadar pürüzsüzdü. Durmaksızın mızrağını savururken elleri gerçekten de hızlıydı.

Yüzlerce görevden edindiği tecrübeler Seol’ün öncesinden de çok gelişmesini sağlamıştı.

Göz açıp kapayıncaya dek ön saflardaki iskeletleri yok etmişti. Ve ikinci dalga da boyun eğmeye zorlanıyordu ki…

Tam da beklediği gibi…

Khığğaarr!

Miğferli iskelet arkadan yüksek sesle gürledi. Kocaman bir baltayı kaptı ve çılgınca Seol’e doğru koşmaya başladı.

Tam o anda Seol’ün kalbi sıkışıp titredi.

Ne kadar…

Bu anı… ne kadar zamandır bekliyordu?

Kafasının içinde bu anı onlarca kez canlandırmıştı. Burada tek bir hata bile yapmayacaktı.

Önemsiz bir saldırıyı savuşturdu ve hızla dört adım geriledi. Aynı zamanda miğferli iskelet havaya atladı. Baltasını kaldırdı ve Seol’ün kafasına doğru indirdi. Tam o anda adamın gözlerinden tehlikeli bir parıltı geçti.

‘Vur!’

Aşağı inen balta ve dönerek yükselen mızrak havada şiddetle çarpıştı.

Çın!

Kulak tırmalayıcı metalik ses mağarada yankılandı. Ne balta daha aşağı inebiliyordu ne de mızrak baltayı savurabiliyordu. Ancak bir şey kesinlikle öncesinden farklıydı.

Kiik, Kiiiik…!

Baltanın ucuyla mızrağın şaftı birbirlerine sürtünürken kıvılcımlar çıkıyordu. Seol, iskeletin saldırısını göğüslediğinde çok geçmeden kısa bir güç rekabeti ortaya çıktı.

Voong!!

Canavarın inişiyle artan üstün gücü hızla azalıyordu. Ancak Seol’ün manası sonsuz bir kaynak gibi fokurdamaya devam ediyor ve fiziksel gücünü destekliyordu.

“Kuuuuuek!”

Seol başarıyla baltayı saptırdı ve oluşan açıklığı hemen değerlendirdi; muazzam bir saldırı hedefini vuramadığında ortaya çıkan açıklık da en az saldırı kadar muazzam olurdu.

İskelet dengesini kaybederek yere düştüğünde Seol’ün mızrağı canavarın boş göz yuvalarından birine saplandı.

Çat!

Mızrak darbesi indiği anda iskeletten miğfer havaya fırladı. Kafasının yarısından çoğu uçurulduğunda iskelet savsakladı ve sonunda yere yığıldı.

“Başardım!”

Seol nadiren bağırırdı ancak şu anda çok heyecanlıydı.

Yapmanın yalnızca hayalini kurduğu iskeletlere vurup mızrağını saplamayı sonunda gerçekte de yapabilmişti.

Gözleri yerdeki hareketsiz iskelet yığınına döndüğünde mutluluğu yüzünden okunabiliyordu. Başarmanın verdiği his, hakkıyla kazanılan zafer, kalbine dolup taşıyordu. Bu histen hiç bıkmayıp ömrü boyunca keyfini çıkarabileceğini düşünüyordu.

‘Bekle bi’ saniye.’

Birden aklına başka bir yöntem deneseydim ne olurdu fikri geldi. Düşmanın havadan bir saldırı yapacağını bildiğinden ‘Vur ve Sapla’dan başka bir şey deneyip yine de basit ve etkili bir şekilde kazanamaz mıydı?

Kafasının içinden birçok düşünce geçip gitti. Ne olacağını görmek için öncelikle denemesi gerekiyordu.

‘Bir kez daha!’

İçini bir an önce miğferli iskeletle savaşma arzusu kaplamıştı, bu yüzden aceleyle mızrağını kalan iskeletlere doğrulttu. Bununla birlikte, keyifli bir gülümseme dudaklarını hiç terk etmedi.

*

Seol Zor görevleri tekrar ve tekrar yapıp duruyordu.

Diğer hayatta kalanları da düşünerek geride yeterince girişim sayısı bırakmaya çalışıyordu ancak bu iskelet görevinde, nezaket göstermek aklının ucundan bile geçmemişti. Miğferli iskeleti her mağlup ettiğinde, şimdiye kadar omuzlarında yük yapan görünmez ağırlıkların yavaş yavaş hafiflediğini hissedebiliyordu. Sonunda tekrar nefes aldığını hissedebiliyordu.

Ne yazık ki kaçınılamaz bir sorunla yüz yüze kalmıştı; görevi tamamlamak konusunda çok coşkulu olduğundan kalan girişim sayısı hızla azalmıştı.

Daha en başından 11 kez yapma hakkı olduğundan yapacak bir şey yoktu. Ancak hâlâ tatmin olmamıştı. Aksine, tatmin olmak için en azından 50 kez yapması gerektiğine inanıyordu.

Doğal olarak, Seol ne yapsam diye düşünmeye başladı. Ve son girişiminde, hiç duyulmamış bir şey yapmaya karar verdi.

Görevdeki her bir önemsiz iskeleti ışık hızında öldürerek geriye yalnızca miğferli iskeleti bıraktı. Onu öldürmek için eline birçok kez fırsat geçmişti ancak ölümcül bir darbe indirmediğinden emin olmuştu.

“Kalk dedim, seni piç kurusu.”

Seol, yerde yatan iskelete dik dik baktı. Bir elinde mızrağı, diğerinde iskeletin baltası vardı. Canavarın hareketleri hoşuna gitmediğinden ayağa kalkması için mızrağının şaftıyla kafasına birkaç kez vurdu.

“Kalk ayağa bakalım, iskeletçik.”

Biraz setçe tekmelediğinde iskelet gürültüyle yuvarlandı. Miğferi artık kafasında değildi ve sırra kadem basmıştı.

Yerinden çıkmış köprücük kemiklerine ve kırılmış haldeki birçok kaburgasına bakıldığında, canavarın nasıl bir işkenceye maruz kaldığını tahmin etmek hiç de zor değildi.

İskelet irkildi ve kıpırdanmaya başladı. Titreyen kemikleriyle yerden destek alıp ayağa kalkmaya çalıştı ve kalktığında dengesizce sallandı.

Ardından Seol baltayı iskeletin önüne fırlattı ve aralarındaki mesafeyi açarak uzaklaştı. Her an düşecekmiş gibi görünen iskelete dik dik bakarkenki asık suratı ne kadar hayal kırıklığına uğradığını gözler önüne seriyordu.

Bire bir çarpışma fikri gerçekten de zekiceydi. Artık, ona engel olan sinir bozucu kalan girişim sayısını düşünmesine gerek olmadığından gönlünce savaşabiliyordu.

İlk 30 karşılaşmalarında İskeletin Seol’ün hareketleriyle dalga geçer gibi bir hali vardı. Ancak 50. seferi geçtiğinde iskeletin çaresizce karşı koyduğunu hissetmeye başlamıştı. Ve 60. Karşılaşmalarının ardından iskelet, savaşmak için tüm motivasyonunu kaybetmişti.

Seol de savaş sırasında gücünü ayarlamak konusunda defalarca kez hata yapıp iskeletin yaralanmasına sebep olmuştu. Bunu göz önünde bulundurduğunda bile hayal kırıklığını tarif etmeye kelimeler yetmiyordu.

“Lütfen, hadi ama! Sadece bir kez daha o atlamalı saldırını yap! Şu yaptığın havadan saldırı hani! Anlayabiliyor musun beni emin değilim gerçi…”

İskeletin onu dinleyip dinlemediği belli değildi. Baltasını kaldırdı ancak omuz kemiklerinden biri yerinden çıktı ve kolu düştü. Dayanması gereken devamlı kullanım sonucunda nihayet pes etmişti.

Seol olduğu yerde taş kesildi; boş göz yuvaları Seol’ün tarafına sinsice bir bakış attı.

“…Şey, hâlâ sağ kolun duruyor.”

Tak, tak, tak, tak…

İskelet güçsüzce dişlerini birbirine vurdu. Ne demek istediği bilinmese de bir tür yakarışa benziyordu.

“Hadi ama, savaşalım artık. Acele et.”

İskelet sonunda gürültüyle gıcırdayıp takırdarken bir şekilde baltayı tutmayı başarabilmişti. Sanki kendini sınırlarını aşmaya zorluyormuş gibi bir hali vardı. Her ne kadar değersiz bir iskelet de olsa…

“Güzel. Gel bana. Senin gibi ölümsüzlerin yaşayanlara karşı bitmek bilmez bir nefret beslediklerini duymuştum. Hadi, göster bana.”

Seol, canavara işaret etmek için mızrağını kullandı.

“20 kez daha yapınca bitireceğim, tamam mı?”

Bir anlığına, iskeletin açıktaki omurgasının irkildiğini gördüğünü sandı.

Hiçbir şey yapmadan dikilen iskelet sonunda bacaklarını kıpırdattı. Baltasını havaya kaldırdı ve koşmaya başladı.

Ancak saldırısının ne eski gaddarlığı duruyordu ne de kendine inancı. Sadece sefil ve perişan haldeydi. Seol dudaklarını yaladı ve ‘Vurma’ için duruşunu düzeltti.

Böylece iskelet yalpalayarak Seol’e doğru ‘koştu’ ve kalan kolunu kafasının üstüne kaldırdı. Tam inen baltayı savurmaya hazırlanıyordu ki…

İskelet, kolunu indirirken baltayı serbest bıraktı.

Seol dikkatini kendine doğru fırlatılan baltaya verdi. Tam bakmadığı o anda, iskelet mızrağın şaftını sımsıkı kavradı ve tüm gücüyle kafasını mızrağın ucuna geçirdi.

Kafatası parçalandı ve kalan kemikleri de yere yığıldı. Kalıntılarının yığılışı, sonunda zavallı canavarın kurtuluşa erdiğinin bir göstergesiydi.

Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olup bitmişti.

[Zor bir görevi başarıyla tamamladınız.]

[Çetelenize 1000 HKP eklendi.]

[Mevcut HKP: 85,280 HKP.]

Seol sadece, afallamış bir şekilde gözlerini kırpıştırabildi.

“…Ha.”

Çevirmen notu
1. Möbius Şeridi tek yüzü olan bir nesnedir. Normal bir kâğıdın arkası önü varken Möbius Şeridini bir kalemle elinizi kaldırmadan çizdiğinizde yine başlangıç noktasına varırsınız. Burada yazar, Cinzia’nın kararının %50-50 değil de tam isabetli bir karar olduğundan bahsediyor sanırım. ¯\_(ツ)_/¯
2. Bir tür peynir.
3. Kuzey Kanada bölgesinde yaşadığı düşünülen mitolojik bir karakter.