Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

4. Bölüm 16 Mart, Akşam 10:30 (1)

Çevirmen: Zakowske / Editor: Momental

 

“Huuhk!”

Seol’ün gördüğü ilk şey gözlerine girmekte olan ışıktı. Bulanık görüşünü üç dört kez odaklamasıyla sonunda, yatağa gitmeden önce açık bıraktığı ampulü görebildi.

Nefes nefese kalmış ve içeri sızan soğuk havadan büzüşüp kalmıştı. Kendini soğuk terler içinde sırılsıklam olmuş bir şekilde buldu.

“Ne…”

Alnındaki teri silse de bedeninin titremesini durduramıyordu. Sersemlemiş değildi, zihni gayet açıktı. Bununla birlikte içinde esip gürlemekte olan yoğun duygu girdabına kapılmış, nefes alamıyordu.

Bedenini zorla kaldırdı ve güçbela duvara yaslanmayı başardı. Anında, içinde tuttuğu nefesi dudaklarının arasından kaçıverdi.

“Ah…”

Seol gözlerini kapattı.

Bir rüya.

Bir rüya görmüştü; genellikle gördüğü rüyalardan biraz, hayır, oldukça farklı bir rüya.

Her şeyi bizzat yaşamış gibi hissediyordu. Hatta rüyadaki her türlü duyguyu gerçekte hissetmişti.

Mantıken bakılırsa rüyanın içindeki hiçbir şey akla yatkın değildi. Rüyası, görüp tecrübe ettiği günlük yaşamından tamamen farklıydı. Aralıklı olarak tanık olduğu sahneler, modern dünyanın arka planından oldukça uzaktı; ayrıca insan olmadığı besbelli yaratıklarla bile savaşmıştı. Muhtemelen hepsi saçma bir rüyadan ibaretti.

Ama neden…?

Son sahne aklına takılıp kalmıştı. Ölen adam… pişmanlıklarla doluydu.

Pişmanlık, vicdan azabı, feryat ve derin bir ah çekiş… hayatı son bulduğunda bile bu coşkun duygular içinde gürlemeye devam etmişti. Seol’ün içine oturmuş, kalbinde yankılanıp duruyorlardı.

Uzun bir mücadelenin ardından gözlerini açtı ve yavaşça odasında gözlerini gezdirdi.

Battaniye bir kenara fırlatılmış, giysiler ramen paketine girmiş, soju şişeleri kirli zeminin üstünde yuvarlanmış şekilde duruyordu ve bir paket sigara her zamanki yerindeydi.

Bir sebepten, bu manzara gerçek dışı geldi.

Birden başını çatlatan bir ağrı, vücuduna hızla yayıldı. Neredeyse refleksif olarak ayağa kalktı ve banyoya doğru sendeleyerek ilerledi. Bir kovayı soğuk suyla doldurup kafasını daldırdığında, nihayet aklını toparlayabildi.

Nefesini daha fazla tutamayıp kafasını sudan çıkarttı. Banyo aynasından yansıyan kendi çehresi çok yabancı geliyordu. Gözleri çökmüştü ve cildiyse hasta bir adamınki gibi solgundu.

‘Bu… ben miyim?’

Gözlerinin feri geri gelirken yavaşça yüzüne dokundu. Yüzünün eski halinden eser kalmamış; yerini, yoksul bir kumar ve alkol bağımlısının yüzü almıştı. Ölü bir adama bakıyor gibi hissediyordu.

Çenesinden damlayan suyu bile silmeden banyodan çıktı. Ceketini neredeyse öfkeyle giydi ve giriş kapısını iterek açtı.

Karnı ağrıyordu ancak midesine bir şeyler girmezse daha fazla dayanamayacağını hissetmişti.

Bir markete girdi ama ilgisini çeken bir şey olmadı. Bir şeyler almak için evden ayrılmaktan çok içeride kalamayacakmış gibi hissettiğinden, hışımla kapıyı çarpıp çıkmıştı.

Sonunda, bir kutu bira alıp çıktı. Amaçsızca yürümeye başladı, ta ki nihayetinde Tancheon Nehri Köprüsü’nün aşağısındaki bir noktaya ulaşana kadar. Gazinoda ne zaman para kaybetse şansına yakınmak için buraya gelirdi.

Kutunun ağzını açtı ve tepesine dikti. Midesi feryat etse de umursamadı.

Tam bir sessizlik içinde otururken, görmezden gelmeye çalıştığı duygular bir tsunami gibi tekrar üstüne akın ediyordu.

‘Nasıl bu hale geldim?’

Seol, gözlerini Tancheon Nehri’nin karanlık sularına dikti. Diğer herkesten farklı olduğunu anladığında, ilk okula gidiyordu. Bu becerisine ‘Yeşil Gözler’ demiş ve kendini tanrının seçilmiş çocuğu saymıştı. Heyecanla titrerken günün birinde başına özel bir şey geleceğini ummuştu.

Geriye baktığında, çocukluğuna ait hikayeler yalnızca utançtan kızarmasına neden oluyordu.

Herkesten farklı olmanın iyi bir şey olmadığını ve bunu saklamanın en iyisi olacağını ancak büyüdüğünde öğrenmişti.

26 yıllık hayatı boyunca, becerisi ile ilgili yalnızca dört şeyi tespit edebilmişti.

Duyularını gözlerine odaklarsa canlılar ve nesneler yeşil renkle parlıyordu. Bunların arasında ne kadar odaklanırsa odaklansın, renksiz kalmaya devam eden bazıları da vardı. Ancak kendini yeşil rengini kaybetmiş bir şeye bulaştırırsa yüzde elli ihtimalle kötü bir şey oluyordu.

Seol bu, ‘yüzde elli ihtimale’ odaklanmıştı. Çünkü diğer bir açıdan da ‘yüzde elli ihtimalle’ iyi bir şey olacak demekti.

Gazinoysa bu varsayımını doğrulamak için seçtiği yerdi. İlk başta, gazinoyu yalnızca bir deneyim yeri olarak görüyordu. Yatırdığı paranın yüzde 60 ila 70’ini kaybetse bile her seferinde, yanında sadece yüz bin won getiriyordu.

Hepsini kaybederse arkasına bakmadan çekip gidiyordu. Mutlu olmasa da bu miktarın, bir üniversite öğrencisinin harçlığından farkı yoktu.

Sorun, gerçekten para kazandığı günlerdi. Hatta bir seferinde yatırdığı parayı, iki gün içerisinde 5 milyon wona katlamıştı. İstediği her şeyi yemiş, giymeyi sadece hayal edebileceği giysileri satın almış ve bilgisayarını son modeliyle değiştirmişti. Bundan sonra bile cebinde hâlâ bir sürü parası kalmıştı.

Para harcamanın hazzı… bir kez tattığında hayatı değişmeye başlamıştı.

Yanında getirdiği paranın artmış, ayrıca gazinoyu ziyaret etme sıklığı da tavan yapmıştı. Deneyim namına her şeyi unutmuş ve para kazanmaya odaklanmıştı.

Günlerini para kazanmayı saplantı haline getirmiş bir şekilde geçirirken, becerisi birden yok olmuştu. Bu durduk yere olmuş da değildi. Becerisini kullandıkça başı ağrıyordu ve hatta uyuyamadığı günler arttıkça uyku sorunu bile başlamıştı.

Belirtiler kötüleşirken, yalnızca birazcık odaklanmasıyla gördüğü yeşil renk soluklaşmaya başlamıştı. Bir kez yorgunluktan bayıldıktan sonra, saatler boyunca odaklansa bile yeşil rengi görmeyecek hale gelmişti.

Açgözlülüğü yüzünden becerisini kaybetse de kumarı bırakamadı.

Kumar çelişkisinin pozitif tarafını tecrübe etmişti bir kere. Bir sefer büyük bir miktar kazanabilirse zararını telafi edeceğine inandı.

Aklını başına getirmeye çalışan kim olursa olsun dinlemedi. Çoktan kumarın hazzına kendini kaptırmıştı bile. Kazandığında hissettiği coşku, diğer hazların hepsinden daha heyecan vericiydi. O noktadan itibaren, Seol’ün hayatı doğrudan uçurumun dibine ilerledi.

Ve sonra, ve sonra…

Seol dişlerini sıktı. Neden birden böyle hissetmişti?

Kalbinde yersiz bir kibir kabardı ve amansız bir başkaldırı patlak verdi. Ancak ne zaman bu olsa rüyasında hissettikleri bedenine akın ediyor ve bunları baskılıyordu. 

Birden, bu sabah Yoo Seonhwa’yı ağlattığını anımsadı. Hemen, başka bir güçlü duygu dalgası kalbine akın ederek sersemlemesine sebep oldu.

[…Orospu çocuğu.]

“Ah.”

Tak. Bira kutusu elinden kaydı ve yere döküldü.

‘Neden yaptım bunu?’

Genç, elleriyle yüzünü kapattı. Tüm gücünü parmaklarına verdi ve deli gibi bastırdı.

‘Neden yaptım ki?’

Böyle yapmak istememiştim. Öyle şeyler dememeliydim.

“Kahretsin…”

Kalbinin bir parçası koparılmış gibi hissediyordu. Rüyasındaki duygularının farkına vardıkça kaybolmuyorlar; aksine daha da belirginleşiyorlardı.

Pişmanlık hissi kalbine saplanıyor ve gözlerinin kenarları yanıyordu.

Şimdi gerçekleri anladığını hissediyordu. Becerisi olmadan değersiz piçin teki olduğu gerçeğini…

‘Keşke bu beceriye hiç sahip olmasaydım!’

Bu gerçeği nihayet kabul ettiğinde… Seol, egosunun son zerrelerinin de zihninden akıp gittiğini hissetti.

“Kuhuhuu…”

Birden bir kahkaha patlattı. Kalbi patlayacakmış gibi haykırıyordu. Ancak kahkahası giderek hıçkırığa döndü.

“Hıık… özür dilerim…”

Her şeyden pişman olmuştu. Bir şey onu boğuyormuşçasına nefes almakta zorlanıyordu.

“Özür dilerim, Seonhwa…”

Yetişkin bir genç adam, çocuk gibi ağlıyordu.

‘Böyle yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim.’

Etrafındaki herkesin başına bela olup bir pislik gibi yaşamıştı. Ne kadar hayal kırıklığı ve acıya sebep olduğunu hayal dahi edemiyordu. Kız kardeşinin de dediği gibi, belki de kendi canını alması uzun vadede herkes için daha iyi olurdu.

Seol yavaşça ayağa kalktı. Ağır ağır akan nehir suyu hiç olmadığı kadar çekici geliyordu.

Büyülenmiş bir şekilde yaklaştı ve nehre baktı. Yanaklarından süzülen yaşlar, suda minik dalgalar oluşturuyordu.

Kararlı bir şekilde nehre bakarak, titreyen bacaklarıyla ileri adım attı.

Tam o anda…

“!”

Aniden, suyun rengi değişti. Ayaklarından başlayarak, daha doğrusu, su dalgalarına sebep olduğu yerden başlayarak; yeşil renk etrafa saçıldı.

Berrak bir suya mürekkebin damlaması gibi unuttuğu renk, kaybolmuş ışığı, hızlıca her yöne yayıldı.

Yalnızca akan nehri boyamakla kalmadı; köprünün kolonlarına çıkıp tüm yapıyı da yeşile boyadı. Az önce oturduğu yeri kapladı ve son olarak da gökyüzünü.

Tüm dünya, tıpkı çocukluğundaki gibi yeşile boyandı.

Seol yaşlı gözlerle her tarafta yeşillerin birbiriyle dans ettiği şölene bakakaldı. Yüz ifadesinden, buna hiç mi hiç inanamadığı açıkça okunuyordu.

Yıldırım çarpmış gibi bir süre orada dikildikten sonra, Seol bilerek dikkatini dağıttı. Anında, dünya normal renklerine dönmüştü.

Tekrar odaklandığındaysa yeşil dünya tekrar belirdi.

Becerisi…

“…Geri mi geldi?”

Tıpkı, bir gün aniden yok olduğu gibi…

“Gerçekten de geri mi geldi?”

Birden geri dönmüştü.

“Ama neden?”

Ne kadar denerse denesin becerisini geri getirememişti. O gün hissettiği eksikliği kelimelerle ifade etmek zordu.

Ama tekrar çalışmasına sebep olan da neydi?

Birden aklına yine sabahki rüya geldi. Şimdi düşündüğünde, rüyasındaki adam da aynı beceriyi kullanıyor gibiydi.

Seol, telaşla rüyayı başından itibaren düşündü.

“…”

Ancak kısa süre sonra alakasız olduğunda karar kıldı. Ne kadar düşünürse düşünsün mantıklı değildi.

Muhtemelen becerisini geri kazanmak isteyen bilinçaltının, bunu garip bir rüya olarak dışavurumuydu. Bu şekilde daha gerçekçi ve hazmetmesi daha kolaydı.

‘Bekle.’

Ancak geriye bakınca, rüya tuhaf bir şekilde gerçekçiydi. Rüyası da adamın Tancheon Nehri’nde bira içip hayatından yakınmasıyla başlamıyor muydu?

Tam da şu anda olduğu gibi.

O anda. Tam Seol, yeni fark ettiği şeyle birlikte bir karmaşanın içine düşmüştü ki topukluların tıkırtısı, taş kaldırıma çarparak yankılandı. Tuhaf ritmik adımlar, Seol’ün dikkatini çekti ve kafasını hemen yana çevirdi.

Ve orada, Seol kesinlikle görmüştü:

Yeşile bezenmiş dünyada, yeşilimsi ışığın tek bir noktada yavaş yavaş solup gittiğini.

Bu, tam da sesin geldiği yerdi.