Ödeyecek çok bedelin var reis
Novel Günleri - Bilgilendirme!
Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.
6. Bölüm Altın Damga (1)
“Koşullar mı?”
Seol geri sordu.
“Beni dinlemek istiyor musun, istemiyor musun?”
“Dinliyorum.”
“Bir. Diğer dünyaya daha önce hiç gitmediğine dair yemin etmek zorundasın. Tam burada ve hemen şimdi.”
“Tabii, basitmiş.”
“İki. Sana Davetiyeyi verdiğimde bana sırrını söylemeni istiyorum. Bu şeyleri çoktan nasıl bildiğini yani…”
“Bunu yapamam.”
Seol anında reddetti.
“Sana söyleyeceğimi düşündürten de ne? Bu kadarından fazla söyleyecek bir şeyim yok.”
“Sana özel bir Davetiye verecek olsam bile mi?”
Özel Davetiye mi? Bu ifade Seol’ün dikkatini çekmişti ancak yine de kafasını salladı.
“Olmaz. Eğer gelecekte sana biraz daha güveniyor olursam, belki o zaman. Ancak şimdi değil.”
Kim Hannah’ya tamamen güvenemediğinden, açık bir kapı bırakmıştı.
Kim Hannah hafifçe başını geri attı. Gece gökyüzüne bakarak derin bir iç çekti.
“…Son koşul. O dünyaya başarılı bir şekilde girdikten sonra, ne olursa olsun herkesten önce benimle görüşmeni istiyorum. Anladın mı?”
“Ya başarısız olursam?”
“Aklın hayalin ötesinde bir geri zekalı olmadığın sürece, bu olmayacak. Gerekirse seni o dünyaya zorla sürükleyeceğim.”
Kim Hannah’nın coşkulu beyanını duyunca Seol aklında birkaç hesap yaptı. Görünüşe göre Kim Hannah’nın son maddeden ödün vermek gibi bir niyeti yoktu. Kabul etmezse Davetiyeyi geç, bir Sözleşme bile mümkün görünmüyordu.
‘Görünen o ki şu Davetiye şeysi gerçekten değerli…’
Seol, Kim Hannah’nın ‘görüşme’ kelimesini kullanmasına bakarak köle sözleşmesine dair tüm düşüncelerini bir kenara attığını varsaydı. Seçenekleri değerlendirdikten sonra, kararını verdi.
“Kabul ediyorum.”
“…Güzel.”
Kim Hannah telefonunu bıraktı. Elini tekrar cebine atıp karıştırmadan önce bir kez daha iç çekti. Ellerinin ne kadar titrediğine bakarak Kim Hannah’nın Davetiyesini kullanmakta ne kadar gönülsüz olduğunu tahmin edebiliyordu.
Elini nihayet cebinden çıkardığında parmakları arasındaki her boşlukta birer tane olmak üzere 4 damga duruyordu. Biri kırmızı, diğerleriyse bronz, gümüş ve son olarak altın renkti.
“Sözleşme imzalamayacağını söyledin...”
Kim Hannah kırmızı damgayı geri kaldırdı.
“Bronza gelirsek… bunu kullanacak yetkiye sahibim ancak hâlâ ortak bir mal sayılır. Gümüşten bahsetmeme gerek bile yok.”
Orta parmağını etrafta tesadüfen sallarkenki konuşma şekli sinirlerini bozsa da Seol sabretti. Geriye kalan tek damga altın olandı. Bu, kadının ‘kıymetli Davetiyem’ dediği şeydi.
Kim Hannah kederli bir ifadeyle altın damgayı tutan elini sıktı. Sonra, sanki Seol’ü oracıkta parçalayıp yutacakmış gibi ona doğru koşturmaya başladı.
“Be-Bekle!”
“Ne? Konuşmayı bitirmedik mi zaten? Bir Davetiye istiyordun, değil mi?”
“O altın damga da ne…”
“Benim hayatım, seni piç!”
Kim Hannah, hüsrana uğramış bir bağırışla geri çekilmekte olan Seol’ün sol kolunu kaptı. Sonrasında, bir hançermişçesine damgayı avucuna bastırdı. Anında altın bir ışık saçıldı. Işık, çekilen bir gelgit gibi dağılıp grileşmeden önce yukarı doğru saçıldı.
Seol, tamamen afallamış bir şekilde bakışlarını sol avucuna indirdi. Tam ortasında kızılımsı altın bir ışık saçan küçük, yuvarlak bir işaret oluşmuştu. Bir saniye sonrasında hemen yok olmuş olmasına rağmen, Seol görüntü karşısındaki şaşkınlığını sürdürdü.
Sonra, göğsüne bir zarf çarptı. Ne kadar lüks bir şekilde hazırlandığını gördüğünde, bunun bir Davetiye olduğunu anlamıştı.
“Geçit bu akşam 10:30’da açılacak. Yaklaşık iki saat sonra, yani kişisel meselelerini hallet. Mektuba gelince, okuyup okumaman umurumda değil.”
Kim Hannah, ağzına kadar para dolu çantasını tutarken aniden topuklarının üstünde döndü. Tam birkaç adım atmıştı ki gözle görülür bir şekilde titredi ve Seol’e bir kez daha dik dik bakmak için arkasını döndü.
“Sen… hayatta kalsan iyi olur. Ne yaptığın umurumda değil, bu yüzden hayatta kal ve o dünyaya git. Anladın mı?!”
“?”
“Tüm bunlardan sonra ölürsen, bekle de gör bakalım ne oluyor! Dünyanın sonuna kadar peşinden koşmam gerekse bile bana borçlu olduğun her bir zerreyi geri ödeteceğim, anladın mı?!”
Çok öfkeli olmalıydı; sesi öldürme niyetiyle dolup taşıyordu. Bu küçük öfke patlamasının ardından hızla karanlığa karıştı.
Seol kıçının üstüne düşüverdi. Daha az önce şiddetli bir fırtına esip geçmiş gibi hissediyordu. O anda ortama ayak uydurmuştu ancak şimdi her şey bittiğinde, tamamen tükenmiş hissediyordu.
Seol, dikkatini Davetiye mektubuna yöneltmeden önce birkaç kez yumruğunu sıkıp gevşetti. Zarfa düzgünce yerleştirilmiş bir mektup duruyordu.
Bir sebepten, kendiyle gurur duyarken geçmişini anımsadı. Daha önce ne kendi hayatında ne de rüyasında hiçbir davetiye almamıştı ancak şimdi aldığı için biraz duygulanmış hissediyordu.
Dikkatlice mektubu açtı.
Tebrikler!
Dünyamızla bağlantılı bir dış dünya olan Kayıp Cennet’e Davetiyemizi kabul ettiğiniz için teşekkürlerimizi sunarız.
Kayıp Cennet, yalnızca seçilmiş birkaçının gidebileceği bir yerdir.
Kalpleri tekleten maceralar ve baş döndürücü hazinelerle dolu bir dünya! Burası; canlı kanlı, efsanevi harabelerin ve vahşi rekabetlerin dünyası!
Bu Davetiye mektubu, saygıdeğer davetlimize cennet bahçesine attığı adımlara kılavuzluk edecek ve günlük hayatın monotonluğundan kaçmanıza yardımcı olacak!
*Bu davetiye mektubu, yalnızca altın damganın uygun görüldüğü saygıdeğer bir davetli için çıkarılmıştır.
*Geçidin açılma zamanı 16 Mart 2017, saat 10:30’dur. Davetliye mektubu belirlenmiş saatte, gözlerden uzak bir yerde açmasını öneririz.
*Bu davetiye mektubu, İşaretlerin doğrulanması sırasında ve başlangıç bonusu promosyonu için gereklidir. Bu mektubu kaybetmeyin ve lütfen yanınızda getirin.
*Bu Davetiye mektubu saygıdeğer davetlinin, yardımcı olarak başka birini yanında getirmesine olanak sağlar.
“Ah, vay anasını.”
Seol mektubun her bir kelimesini okuduktan sonra durdu ve telefonuna baktı. Saat çoktan sekizi geçmiş, dokuza geliyordu.
‘Çok zamanım kalmadı.’
Seol dudaklarında buruk bir gülüş belirmeden önce biraz hayıflandı. Kim Hannah, kişisel meselelerini halletmesini söylemişti ama yapacak çok da bir şeyi yoktu. Ailesi evlatlıktan reddetmişti ve yakın bir arkadaşı da yoktu. Bir iki ay boyunca kimseyle iletişime geçmese hiçbiri de kılını kıpırdatmazdı.
Hatta, muhtemelen onları rahatsız etmediği için mutlu olurlardı.
Her halükârda, kalan zamanında yapabileceği pek bir şey yoktu. Herhangi bir hazırlık yapması da söylenmemişti.
O anda Seol, Yoo Seonhwa’yı hatırladı.
“…”
Davetiye mektubunu cebine sokuşturdu ve yerinden kalktı. Birdenbire, hiç zamanı kalmamış gibi hissetmişti.
Derhal bir hamama gitti. Kendini sertçe keseledi ve hamamın içindeki berberde saçlarını kestirdi. Bu şekilde bir saat akıp gitmişti.
Günlerdir hasretini çektiği ferahlatıcı hissin tadını çıkartamadan süper kahramanlara taş çıkartacak bir hızda dairesine doğru koşturdu. Üstünü bulabildiği en temiz giysilerle değiştirdi, 2 milyon wonu çekmek için bir ATM’ye uğradı, bir taksi çağırdı ve Nonhyeon-dong’a doğru yola koyuldu.
Tüm yol boyunca endişeliydi.
Gitmek zorunda mıyım? Muhtemelen beni bir daha görmek istemiyordur. Kendi bile öyle dedi!
Belki de parayı direkt bankadan göndersem ikimiz için de daha iyi olur.
Bununla birlikte Seol, kısa bir süre içinde, oraya bizzat gitmenin yalnızca kendini tatmin etmek için olduğunu fark etmişti. Sözleriyle Yoo Seonhwa’yı ne kadar kırdığını biliyordu. Suratına sağlam bir tokat yiyeceği anlamına gelse bile özür dilemek istiyordu.
Yoo Seonhwa’nın evine yaklaştıkça kalbi daha da sesli ve hızlı çarpmaya başlamıştı. Giriş kapısına vardıktan sonra, nefesini topladı ve zile bastı. Ancak ne kadar beklediyse de kapıyı açan olmadı.
Tak, tak. Kapıyı defalarca kez tıklatmasına rağmen hala çıt yoktu. Seol saati kontrol etti ve on dakikadan az zamanı kaldığını fark etti.
‘Hâlâ çalışıyor mu?’
Telefonunu kurcaladı ve daha sonra koridora giden merdivenlere oturdu.
‘Doğru şeyi mi yapıyorum?’
Şimdi buraya kadar gelmişken, artık rüyasına hayal gücü diyemezdi. Ne de olsa, rüyasında görüp yaşadıkları gerçek olmuştu.
Kim Hannah’ya karşı yüksekten atsa da tüm bunlardan dolayı endişeliydi. Elbette, olan olmuştu ve ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendisini bekleyen zorluklarla yüzleşmekten başka çaresi yoktu.
Olumlu düşünmeye karar verdi. Kendini boğmayı düşünecek kadar cesareti varsa bu cesareti daha iyi şeyler başarmak için de kullanabilirdi.
Tam kararını vermişti ki saat 10:30’a vurdu. Etrafına bakındı ve kimseyi göremedi.
Ding!
Tam da o anda asansörün zil sesini duydu. Üçgen yeşil ışık ‘1’i gösteriyordu. Biri yukarı geliyordu.
Şansı varken aceleyle 2 milyon wonun olduğu kese kağıdını çıkarttı. Dizlerinin üzerine çöktü ve zarfı, kapının posta girişinden içeri soktu.
Tam bitirmişti ki dairesel bir ışık Seol’ün üstünde belirdi. Gizemli ışık, hiçbir iz bırakmadan kaybolmadan önce Seol’ü içine çekti. Tüm bunlar göz açıp kapayıncaya dek olup bitmişti.
Kısa süre sonra asansör kapısı açıldı ve yalnız bir kadın dışarı çıktı. Yoo Seonhwa, tükenmiş ve depresif bakışlarla giriş kapısını açtı ve içeri girdi.
Yorgun bir adım atmıştı ki bir şeyi tekmeledi.
“Hm?”
Ayağının dibindeki ağır kese kağıdını gördüğünde gözleri büyüdü. İçindekine bir göz attıktan sonra afallamış bir şekilde, sessizce etrafına bakındı.
Ancak gördüğü, apartman koridorunda yer etmiş ıssız bir karanlıktan başka bir şey değildi.
**
Seol üşüdüğünü hissetti. Muhtemelen bu, ayak parmaklarını ısıran soğuk hava yüzündendi. Dalgın bir şekilde battaniyesine uzandı ancak üstünkörü gezinen parmaklarının kavrayabildiği tek şey yastığı olmuştu.
Yastığa sımsıkı sarıldı ancak hala üşüyordu. Bir kere ayıldığından, beyni uykuya dönmek istemiyordu. Bunu da hafif ancak inatçı bir baş ağrısıyla dile getirmişti.
Nihayetinde, Seol gözlerini açtı.
Bir miktar uyku sersemliğiyle etrafına bakındı. Ne kadar bakarsa baksın burası kendi kiralık dairesiydi.
Seol irkilerek aceleyle sol avucuna baktı. Avucunda bir şey yoktu. Dikkatlice inceledi ancak hâlâ işarete dair bir belirti gözükmüyordu.
“Ha. Hahaha…”
Dudaklarından acı bir kahkaha firar etti.
“Hepsi bir rüya mıydı yani?”
Boğuk bir sesle kıkırdadıktan sonra yere iki seksen uzandı.
“Doğru, tabii ki. Neden benim gibi biri böyle bir şansı… kahretsin! Benimle dalga geçmeye falan mı çalışıyorsun lan…?”
Televizyonu açmadan önce kafayı yemiş bir adam gibi uzun bir süre tavanı izledi.
—…Yakın zamanda sıcaklık donma noktasının altına düşmüştü ancak şu anda, Seul’un sıcaklığı 2,4 derece civarında seyretmekte. Dünün bu zamanlarına göre daha sıcak…
Karanlık ekran açıldı ve hava durumu sunucusunun berrak sesi kulaklarına çarptı. Ancak televizyonu izlemektense Seol, sigara paketini kaptı ve hafifçe salladı. Kalan iki sigarasından birini çıkarttı ve dudaklarının arasına götürdü. Sonra da kanalı değiştirdi.
—Sinyoung Farmosötikleri yeni bir ilaç geliştirdiklerini duyurdu…
Seol’ün bakışları soluk gri sigara dumanını takip ederek televizyon ekranına kilitlendi.
Haber kanalları, birkaç gündür öne çıkan manşetlerde piyasaya yeni sürülen ilaçlardan bahsediyordu. Seol’ün ‘rüyası’ çok gerçekçi olduğundan doğal olarak dikkati haberlere kaymıştı.
—Seul’de yer alan Sinyoung Farmosötikleri, yeni ilaçlar geliştirmek amacıyla dört yıl önce kurulmuş bir tıbbi araştırma şirketi. Bugün de somut neticelere ulaşmaları üstlerindeki beklentiyi artırmış durumda…
Görüntü değişti ve yıpranmış beyaz bir laboratuvar önlüğü giyen bir adam ekranda belirdi.
—…Kandaki testosteron oranını artırırken enfeksiyonun kaynağını baskılayan antioksidanların özelliklerini taşıyor…
Belki de sigara dumanının etkisiyle, Seol’ün baş dönmesi şiddetlenmiş gibiydi. En yakın pencereye doğru süründü, kolunu uzattı ve pencereyi sonuna kadar dayadı. Soğuk rüzgâr yüzüne esince anında daha iyi hissetmişti.
Duvara yaslandı ve sessiz, dalgın bakışlarla aşağı doğru kayıp yere çömeldi. Önemsiz ve anlaşılmaz saçmalıklardan bahseden televizyona baktı ve neredeyse alışkanlıktan elini cebine attı.
“!!!”
İrkildi. Eli donakalmıştı. Sol elindeki her bir hücrenin kıpır kıpır olduğunu hissedebiliyordu. Yavaşça, çok yavaşça… parmaklarının arasında kalan nesneyi çıkarttı. Tanıdık bir mektup zarfı kendini göstermişti.
Bu, Davetiye mektubuydu.
Seol, telefonu titremeye başladığında aniden kafasını kaldırdı.
[Kılavuzdan bir mesaj var. Tüm Sözleşmeli ve Davetli konukların derhal mesajı doğrulamalarını öneriyoruz.]
Seol, robotik bildiri kulaklarında çınladıktan sonra düşünmeden ayağa kalktı. Aceleyle pencereden dışarı baktığında, ağzı bir karış açık kalmıştı.
“Ne sikim…?”