Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

7. Bölüm Altın Damga (2)

Çevirmen: Zakowske / Editor: Momental

 

Issız.

Seol’ün basitçe bu şekilde ifade edebileceği, sokaklarda doğal olmayan bir şeyler vardı. Özellikle, hiçbir insanı ya da hareket eden herhangi bir aracı göremiyordu.

Gördüğü şey, ortalıkta tek bir karınca bile olmayan kasvetli ve rüzgârlı bir şehir manzarasından ibaretti. Gökyüzü bile mat grinin bir tonuydu.

‘Bir rüya değil miydi yani? Hepsi gerçek miydi?’

Seol bunu fark edince telefonuna doğru fırladı ve eline aldı.

[Kimlik doğrulandı. Kullanıcı kaydı tamamlandı.]

Cihazdan robotik bir ses yükseldi ve sonrasında da ekran açıldı. Aceleyle, köşede yakıp sönen mektup ikonuna basmasıyla ekranda yazılar belirdi.

[Gönderici: Kılavuz]

[1: Zaman tükenmeden önce Cennet Lisesi’nin konferans salonuna ulaş.]

[2: Kalan süre – 00:09:45]

İçerik basitti ancak gönderici aynı zamanda, bir harita olduğu belli olan resmi de nezaketle kenara iliştirmişti. Bir baktığında mevcut konumunun, varış noktasından çok da uzakta olmadığını fark etti.

Kendi yanaklarını sertçe tokatladı. Şüphesiz, yüzü bayağı bir kızarmıştı. Bu, onu uyandıracak mı görmek istese de genel olarak bu acıyı, bunların gerçekten olduğunu yeniden doğrulamak için kullanmak istemişti.

“…Ah.”

Zonklayan yanaklarını ovdu ve çıkmak için giriş kapısını dikkatlice açtı.

*

Yürürken, tarif edilemez bir gerginlik çirkin kafasını kurcalamaya devam etti. Dünyada kalan son adammış gibi hissetmesinden doğan yalnızlığın yanı sıra sanki çevresinde zaman durmuşken etrafta geziniyormuş gibi hissediyordu.

Yolu bulmak hiç de zor değildi. Yalnızca haritada gösterilen yönü takip ettiğinde hedefine varması sadece iki dakikasını almıştı. Buradayım diye bağıran ‘Cennet Lisesi’ tabelası; okulun, sonuna kadar açılmış giriş kapısının yanına asılmıştı.

‘Ne komik bir isim.’

“İsme bak, ne iğrenç”

Beklenmedik bir ses Seol’ü şaşırttı ve hızla yanına baktı. Ne zaman vardığını bile bilmediği kapüşonlu bir kız orada dikiliyordu.

Gözleri buluştu. Kusursuz beyaz cildi genç olduğunun, çatık kaşları ise bir hayli sert bir kişiliğe sahip olduğunun göstergesiydi.

Tam Seol, kızın ifadesiz yüzünden umursamaz birisi olduğu kanısına varmıştı ki kız yanından geçip gitti. Giriş kapısından hızla geçerken iki eli de ceplerine gömülmüştü. Nedense acelesi varmış gibi görünüyordu.

‘Beyaz çatısı olandı, değil mi?’

Haritaya göre konum burasıydı ancak bu, birebir buluşma noktasının burası olduğu anlamına gelmiyordu. Seol etrafına bakınıp konferans salonunu buldu. Yaklaşırken içeriden gelen insan seslerini duyabiliyordu.

Merdivenleri çıkmıştı ki aniden durdu. Salonun girişinde beklenmedik biri bekliyordu.

Daha açık olmak gerekirse tamamen hizmetçi kostümüne bürünmüş sarışın bir kadın, Seol’e zarif bir şekilde el sallıyordu. Sanki “lütfen buradan girin, hoş geldiniz efendim…” der gibiydi.

“Şey… buradan mı girmem gerekiyor?”

Hm, hm.

Sarışın kadın sessizce kafasını salladı ve neşeyle gülümsedi. Ancak Seol yanından geçip gitmeye çalıştığında önüne geçip yolunu kesti.

“?”

Seol kafası karışmış bir şekilde başını eğdi. Daha sonra, sarışın kadının dudakları hiçbir ses çıkartmadan aralandı. Orta ve baş parmaklarıyla havada bir dikdörtgen oluşturdu. Sanki bir şeyi vermesini istiyor gibiydi. Ne yazık ki bu Seol’ün kafası daha da karışmış bir şekilde orada dikilmesine yol açmıştı.

“Benden bir şey mi istiyorsun?”

Seol onu sinirlendirmişçesine sarışın görevli, zarif bir şekilde gözlerini kıstı. Hatta yanaklarını şişirmiş ve alt dudağını da hafifçe aşağı doğru bükmüştü. Bu yalnızca Seol’ün kafasının daha da karışmasına sebep oldu.

“Davetiye mektubunu istiyor! Ya da Sözleşme kağıdını!”

Seol ne yapacağını şaşırmış durumdayken salonun içinden biri bağırdı. O tarafa bir baktığında, bu kişinin konferans salonunun içinde bir sandalyede otururken dışarıda olanları izleyip hafifçe kıkırdayan bir adam olduğunu gördü. Sonunda ‘Ah!’layıp Davetiye mektubunu cebinden çıkarttı ve uzattı.

“Hıh.”

Mektubu alan kadın ciddi bir ifadeyle mektubu açtı. Seol yanında durmuş bu hıh’ın bir şey demeye çalışması mı yoksa kısa bir homurtu mu olduğunu düşünürken görevlinin ifadesi giderek soldu.

Bir davetiye mektubuna, bir Seol’e baktı.

Sonuna kadar açılmış gözleri yavaşça kapandı. Dikkatlice Davetiye mektubunu katladı, iki elini göğsüne koydu ve yavaş bir şekilde sonuna kadar eğildi. Zarif ancak asil bir selamlamaydı bu.

Birden tüm konferans salonu sessizliğe büründü. Seol’den önce gelen herkesin dikkati son gelen kişiye toplanmıştı. Bu bakışları zerre umursamayan sarışın görevli, salonun sol tarafını işaret ederek paniklemiş, hatta kafası iyice allak bullak olmuş Seol’e yol gösterdi.

Seol’e boş bir sandalyeyi gösterdi ve bir kez daha eğilip sanki paten sürüyormuşçasına asla arkasını dönmeden yumuşak adımlarla geri çekildi. Hâlâ tek bir kelime etmemişti ama ona karşı tutumu kesinlikle değişmişti.

“Nesi var bu kadının? Neden birden böyle davranmaya başladı?”

“Acaba neden. Ben geldiğimde böyle yapmamıştı.”

Belirli iki adamın bakışları yeni gelen Seol’ün üzerindeydi. Ancak o anda hissedebildiği tek şey kafasının karışmış olduğu ve paniklediğiydi.

Aşırı gerçekçi rüyasında buraya gelmiş olsa da gerçekte, buraya ilk gelişiydi. Ve belli başlı şeyler de rüyasından farklı gelişiyordu.

Bu yüzden, paniklemesi doğaldı. Böylece dikkatini başka şeylere yöneltip etrafını incelemeye karar verdi.

Koferans salonunda toplanan kişilerin sayısı otuzu geçiyordu. Özellikle dikkatini çeken şey, farklı iki grupmuşçasına sağ ve sol olarak ayrılmış olmalarıydı.

Seol’ün de içinde bulunduğu sol tarafta, altı erkek ve iki kadın olmak üzere toplamda yalnızca sekiz kişi vardı. Oturacakları sandalyeler tahsis edilmişti ve genel olarak ortam sakin ve rahattı.

Buna karşın, sağ tarafta neredeyse otuz kişi vardı ancak ya yere oturuyorlar ya da ayakta bekliyorlardı. Seol, gergin bir havanın hâkim olduğunu da görebiliyordu.

“Böyle bir yerde tanışmak kader olmalı. Neden birbirimize kendimizi tanıtmıyoruz?”

Bir adam aniden sessizliği bozdu. Beklemekten sıkılmış gibiydi. Az önce Seol’e kıkırdayan da aynı kişiydi.

Yüksek ve erkeksi sesi, salondaki herkesin dikkatini üzerine çekmişti. Saçının ön tarafı, aynı derecede erkeksi yüzünü gözler önüne sermek adına geriye atılmıştı. İlgi odağı olmaktan keyif alıyormuş gibi dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi.

“Herkese merhaba. Ben Kang Seok ve şuradaki iki herif de… hey adamım, tanıtsanıza kendinizi.”

“Ben Yi Hyungsik.”

“Jeong Minwoo.”

Buraya gelmeden önce de arkadaşlar mıydı yoksa burada mı arkadaş oldular belli değildi. İki adam kısaca kendilerini tanıttılar. Seol, fiziksel özellikleri oldukça belirgin olduğundan ikisine de birer lakap taktı. İlkine ‘Sıska’ ikincisineyse ‘Dombili’ demişti. Konuşan ilk adamaysa ‘Kaya’ demeyi seçmişti.

“Adın ne?”

Kang Seok’un bir sonraki hedefi, Seol’ün okulun girişinde karşılaştığı kapüşonlu kadındı.

Bunlara zerre ilgi duymuyormuş gibi görünüyordu. Hatta çevresinde konuşulanları dinlemiyormuş gibi duruyor, yalnızca telefonuyla uğraşıyordu. Diğer bir deyişle, Kang Seok’un sorusunu görmezden geliyordu.

Kang Seok kafasını kaşıdı ve tuhaf bir şekilde güldü.

“Mızmız ve kibirli kadınlardan biri olduğuna şüphe yok.”

Yi Hyungsik araya girdi.

“Biraz utanç verici… beni bu durumdan kurtarmak isteyen biri var mı?”

Kang Seok’un gözleri grupta geriye kalan tek kadına yöneldi. Dibinde duran genç oğlanın ellerini sımsıkı tuttu ve tuhaf bir şekilde gülümsedi.

“Ah… benim adım Yi Seol-Ah.”

“Yani, Seol-Ah Hanım. Peki ya yanınızdaki beyefendi?”

“Küçük kardeşim, Yi Sungjin.”

‘Küçük kardeşim’ ifadesini duyduğundan olsa gerek, Kang Seok daha da ilgili görünüyordu.

“Öz kardeş misiniz?”

“Evet, öyleyiz.”

“Kaç yaşında olduğunuzu sorabilir miyim? Yani, ikiniz burada olmak için fazla küçük duruyorsunuz. Ah, eğer rahatsız ettiysem kusura bakma.”

“Ah, yok. Sorun değil. Ben on sekiz yaşındayım ve Sungjin de benden iki yaş küçük.”

“Vay be.”

Kang Seok, bunu oldukça şaşırtıcı bulmuşçasına nefesi kesilmişti. Hızlıca parlak bir gülümseme takınıp elini uzattı.

“Ah, o halde resmi konuşmayı bırakabilirim demek. Bu yıl yirmi dokuzuma girdim. Hepimiz de Davetiye mektubu aldığımıza göre iyi anlaşalım lütfen. Beni güvenebileceğin bir amca olarak düşünebilirsin.”

“Ah, şey… çok teşekkürler.”

Yi Seol-Ah mahcup bir şekilde elini sıktı. Nazik görünümü ve utangaçlığı Seol’e, taze koparılmış bir çiçeği anımsattı. Bir iki dakika gözlerini ondan alamadı. Kang Seok bile bir süre kızın elini bırakmamıştı.

Geriye kalanlar Seol ve yeşil bir bereyle güneş gözlüğü takan bir adamdı.

Bereli adam, kulaklıkla müzik dinlerken sanki bir sakız çiğniyormuş gibi dudaklarını aşağı yukarı oynatmakla meşguldü. Bacaklarını da ritme uygun bir şekilde sallayıp, yerinde duramayan işgüzar biri izlenimi veriyordu. O da böyle şeyler ilgisini çekmiyormuş gibi kendini tanıtmadı.

Seol sessizce dikkatini topladı ve Kang Seok’a baktı. Kısa bir anlığına yeşil ışık belirdi ve hemen yok oldu.

Onunla alakadar olmanın iyi bir şey getirmeyeceği ihtimali yeterince yüksekti. Nihayetinde, Seol kafasını başka tarafa çevirdi.

Konferans salonuna girerken oldukça paniklemiş olsa da zaman geçtikçe sakinleşmeye başlamıştı.

Rüyasındaki Seol, salonun sağ tarafında ayakta duruyordu ki bu da işlerin değiştiğinin bir göstergesiydi. Altın Damga da neydi ve neden böyle özel bir muamele görmesini sağlamıştı? Bir cevap bulmak için anılarını bir kez daha taradı ancak hiçbir şey anımsayamadı.

‘Zamanla anlarım herhalde.’

Saate bakmak için telefonunu açtığında, geri sayım göstergesi “00:00:01”den “00:00:00”a gelmişti.

“Zamanı geldi.”

Aniden, salonun önünden bir ses yükseldi. Sahnede, smokin giymiş bir adam oturaklı ve disiplinli bir şekilde yürüyordu. Bir saniye öncesinde orada kimse olmadığından, salondaki herkes oldukça şaşırmıştı.

Şık giyimli adam, temiz ve düzgün saç stiline ilaveten tek camlı bir gözlük takıyordu. Girişte bekleyen sarışın görevliye eliyle işaret etti.

“Herkes bu kadar mı?”

Görevli hafifçe başını iki yana salladı; salonun sağ tarafında kalan grubu işaret ederek dört parmağını kaldırdı.

“Dört kişi… Peki, sorun değil. Daha fazla bekleyemeyiz, kapıyı kapat ve onu serbest bırak.”

Sarışın görevli biraz tereddüt eder gibi olduğunda, bir tür baş kâhyayı anımsatan adam gözlerini kıstı.

“Kılavuz benim. Buraya gelmek de zor değil. Daha programa bağlı kalamayanların burada işi yok.”

Nihayetinde, görevli itaatkâr bir şekilde başını eğdi ve sessizce kapıyı kapattı. Sonra bir telefon çıkarttı ve bir süre bir şeylere tıkladı.

Bu arada, sahnedeki adam herkesin dikkatini kendine çekmek için ellerini iki kez şaklattı.

“Hoş geldiniz. Ben Han, bu süreç boyunca size kılavuzluk etmekle görevliyim. Bana Kılavuz diyebilirsiniz.”

Han buraya kadar konuştuktan sonra işaret parmağıyla görevliye işaret etti. Görevli, sarı atkuyruğu havada dans ederken hızla Kılavuzun yanına doğru koşturdu.

“İlk olarak, Sözleşme belgeleri, sana zahmet. Elimizde kaç tane var? Yirmi sekiz… oldukça fazla, değil mi? Ve bu sefer sekiz de davetlimiz mi var?”

Kılavuz Sözleşme yığınına bakmadı bile ve onları basitçe ceketinin iç cebine sokuşturdu. Ancak Davetiye mektuplarını hâlâ sıkıca elinde tutuyordu.

Tek camlı gözlüğünü düzeltti.

“Öhöm, öncelikle, bugün burada olanların kimliklerini doğrulamamıza müsaade edin. Davetiye mektupları elimizde olsa da doğrulamadığımız sürece bir önemleri yok.”

Salona hâlâ sessizlik hakimdi. Kılavuz sadece sırıttı.

 “Eminim ki birçok şeyi merak ediyorsunuzdur. Ancak protokolü takip etmemize izin verin. Buradaki herkes, lütfen, pencerenizi açtığınızı düşünün ya da kısaca içinizden Durum diye bağırın. Sesli söylemenizin de bir mahsuru yok.”

‘Durum penceresi mi? Durum mu?’ Seol böyle düşünürken…

Gözlerinin önündeki boşluğa aniden bir metin yığını indi.

[Durum Pencereniz]

[1. Genel Bilgiler]

Çağrılma Tarihi: 16 Mart 2017.
Damga Sınıfı: Altın
Cinsiyet/Yaş: Erkek/26
Boy/Kilo: 180.5 cm/80.6 kg
Mevcut Durum: İyi
Sınıf: Seviye 0 (Davetli)
Uyruk: Kore Cumhuriyeti (1. Bölge)
Mensubiyet: Mevcut değil
Lakap: Yok

[2. Karakter]

1. Huy:
—İradesiz. (Zayıf iradelidir; bu yüzden kendi başına karar veremez ya da çoktan verdiği kararlarından dönemez.)
—Asabi.

2. Kabiliyet:
—Ortalama. (Her yönüyle normal; özel bir yeteneği ya da niteliği yok.)

[3. Fiziksel Seviye]

Güç: Düşük (Düşük)
Direnç: Düşük (Aşırı)
Çeviklik: Düşük (Orta)
Dayanıklılık: Düşük (Düşük)
Mana: Orta (Yüksek)
Şans: Orta (Düşük)

Kalan Beceri Puanları: 0

[4. Beceriler]

1. Doğuştan Gelen Beceriler (2)

—Gelecek Öngörüsü (Derecesi Bilinmiyor)
—?? (Derecesi Bilinmiyor)

2. Sınıf Becerileri (0)

3. Diğer Beceriler (0)

[5. Kavrama Seviyesi]
—Eğitim etkinliğinin bitiminde erişilebilir olacak.

“Ahh…”

“B- bu ne lan?”

Her yerden insanların şaşkınlıkla nefeslerinin kesilme sesleri yükselmeye başlamıştı. Her ne kadar bunu rüyasında onlarca, yüklerce kez görmüş olsa da şimdi kendi gözleriyle gördüğünde, tamamen farklı hissettirmişti.

“Şu ‘Doğuştan Gelen Beceri’ şeysi de ne? Hey Hyungsik, seninkinde ne yazıyor?”

“Affedersiniz? Acaba bir Doğuştan Gelen Beceriye sahip olabilir misiniz?”

Kang Seok’a cevap veren kişi Hyungsik değil de Han olmuştu. Kang Seok sözlerinin o kadar uzaktan duyulmasını beklediğinden olacak ki şaşkınlıkla başını reddedercesine salladı.

“H-hayır, değilim. Sadece merak etmiştim.”

“Ah… Pekâlâ, normal olan Doğuştan Gelen Becerinizin olmaması zaten. Bu, çoğu kişi için böyle. Durum Pencerenizin o kısmını umursamasanız da olur.”

Han konuşurken neşeyle gülümsedi.

“Peki o zaman. Şaşırmayı bırakalım artık, değil mi? Şimdi de lütfen Damgalarınızın sınıfını gösterin. Az önceki gibi düşünün ya da sesli bir şekilde söyleyin, belirecektir. Endişelenmeyin gösterdiğiniz şey dışındakileri göremem.”

Konferans salonu biraz daha gürültülü hale geldi. Ancak Seol hâlâ gözlerini ayırmadan Durum Penceresine bakıyordu.

Kılavuz kesinlikle Doğuştan Gelen Becerinin olmamasının normal olduğunu söylemişti. Ancak… Seol’ün gözlerinin önündeki Pencere, onda olduğunu söylüyordu. Hem de iki tane vardı.

‘Gelecek Öngörüsü mü? Ve o soru işaretleri de ne?’

Bunun yeşil renkleri görme becerisiyle bir bağlantısı olduğundan şüphelenmişti ama o soru işaretleri de neydi öyle?

“Bakalım… çok zamanımız kalmadığından doğrudan, prosedürün sonraki aşamasına geçiyorum. Yi Seol-Ah Hanım, Yi Sungjin Bey, Yi Hyungsik Bey, Jeong Minwoo Bey ve Hyun Sangmin Bey? Hepiniz de Bronz Damgaya sahipsiniz, öyle değil mi? Ah, elbette öylesiniz.”

Sol taraftaki sekiz kişinin beşi, Kılavuza kısmen şaşkına dönmüş gözlerle bakmadan önce kafalarını salladılar.

Kılavuz kendi sormuş, kendi cevaplamış sonra da beş Davetiye mektubunu havaya fırlatmıştı. Birden, mektuplar ışıl ışıl parıldadı ve yere düşen beş bronz renkli çantaya dönüştü. Tüm bunlar havalı bir sihir hilesi gibiydi.

“Bronz Damgalılar, sıradan bonus eşya kurallarına göre yalnızca birer tane Rastgele Kutu alacaklar. Yanınızda bir yardımcı getirme bonusundan da yararlanabilirdiniz ancak görüyorum ki hiçbiriniz böyle yapmamış, ne yazık.”

Sarışın görevli, bronz renkli beş çantayı aldı ve ilgili sahiplerine götürdü. Bu sırada Kılavuz, iki Davetiye mektubunu daha açtı. İçeriklerini okurken konuşmaya devam etti.

“Bonus eşyalarınızı derhal aktifleştirmenizi öneririz. Eğitim yakında başlayacak, bu yüzden kullanmadan ölmeniz yazık olur… Oo?”

“Hoh. İki tane Gümüş Damgamız var. Tüm samimiyetimle, sizlere kılavuzluk etmek için sabırsızlanıyorum. Kang Seok Bey? Yun Seora Hanım?”

“Evet!”

Kang Seok enerjik bir sesle bağırdı. Kapüşonlu kız, Yun Seora ise sadece başını bir kez salladı.

“Gümüş Damgalılar içinse iki sıradan Rastgele Kutu ve Davetlilere has, özel bonus eşyalar verilecek. Kang Seok Bey özel bonus eşya almayacak ancak Yun Seora Hanım için bir tane var.”

Yine, Davetiye mektupları yere düşerken çantalara dönüştüler. Farklı olan bir şey varsa bu, çantaların bronz yerine gümüş renkte olmalarıydı.

Sarışın görevli durmadan hareket ediyordu.  Bu arada Kılavuzun gözleri, bir adamın üzerinde durdu. Bu kişi, gözlerinin önündeki boşluğa salak salak bakan Seol’den başkası değildi.

“Lütfen Damganızın sınıfını gösterin.”

Han alçak sesle konuşsa da sesi, su götürmez bir güç barındırıyordu. Seol o ana kadar Doğuştan Gelen Beceri şeyine dalıp gitmişti ancak kulaklarına güçlü bir ses iliştiğinde, hemen kendine gelip bir soruyla cevap verdi.

“D-damgamın sınıfını mı göstereyim?”

“Evet. Ah, şimdi oldu, yani… Hmm?!”

Kılavuz aniden konuşmayı kesti ve dikkatle baktı.

“Ne…”

Seol’e, daha doğrusu, ortaya çıkan İşaret sınıfına bakarken gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

“A-altın mı?!”

Çantaları dağıtmayı bitiren sarışın görevli, hafif adımlarla sahneye koşturdu ve dirseğiyle dili tutulmuş Kılavuzun belini nazikçe dürttü.

“Ah!”

Sonunda kendine gelen Han, bakışlarını indirirken hafifçe öksürerek boğazını temizledi.

Elinde kalan son kâğıt parçasıyla, Davetiye mektubunu yavaşça açarken oldukça temkinli davranıyordu. İçeriğini hiçbir şeyi atlamadan baştan sona kadar okudu. Daha sonra derin bir iç çekti.

“Bu sefer… çok önemli bir konuğumuz var.”

Hala alçak sesle konuşuyordu. Ancak yine de — yaygara sona ermiş ve onlarca göz, tek bir kişiye dikkat kesilmişti. Seol şu anda yanaklarının kızardığını açıkça hissedebiliyordu.

“Şimdiden kusuruma bakmayın. Bir Altın Damgalıya ilk kez kılavuzluk ediyorum sonuçta… hayır, daha öncesinde bile bugünkü gibi yalnızca bir etkinlik oldu. Şimdiye kadar yalnızca duymuşluğum oldu.”

Seol, ‘Bu Altın Damga şeysi o kadar şaşırtıcı bir şey miydi ki?’ diye düşünüyordu. Han’ın sözleri kulağa bir özürmüş gibi bile gelmiyordu; yalnızca afallamış bir adamın saçmalıkları gibiydi.

Sarışın görevli hafifçe kıkırdayınca, Han tekrar boğazını temizledi.

“Pekâlâ, haydi devam edelim.”

Seol’ün Davetiye mektubunu yavaşça fırlattı. Kâğıt, tek bir çantaya dönüşmeden önce etrafa parlak bir ışık yağmuru saçtı.

Altın çantaya iliştirilmiş etikette altı şey yazılıydı.

Üç sıradan bonus eşya, Davetlilere özgü üç özel bonus eşya – diğer Davetiye mektuplarının aksine; Kim Hannah kendininkini ağzına kadar doldurduğundan emin olmuş gibi görünüyordu.

“Altın Damga içinse… Oh.”

Bonus eşya listesini okuduktan sonra, Han’ın ağzı bir karış açık kalmıştı.