Novel Günleri - Bilgilendirme!

Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.

33. Bölüm Do-jiwon (2)

Çevirmen: MidnightSun / Editor: Zakowske

“......”

Sunggoo ağzını bile açamıyordu. Woojin ise konuşmuyordu ama olduğu oldu yerde boş boş durmuyordu da.

Yemek çubuklarıyla bir parça bağırsak aldı ve sosa batırdı. Ardından bunu bir perilla yaprağının üstüne koydu. Onun üstüne de soya fasulyesi püresine batırdığı bir parça sarımsak koyup yaprağı bir güzel dürdü ve ağzına attı. Sonra da bir soju bardağını dikti kafaya.

Crunch, crunch.

“Ohh. Bu sojunun yanında gerçekten de çok güzel gidiyor.”

“......”

Woojin boş bardağını Sunggoo’ya uzattı. O da tek kelime etmeden doldurdu bardağı.

“Hey. Bir daha böyle oyunlar oynamayalım. Sadece sessizce yiyip içelim tamam mı?”

“......”

Sunggoo cevap vermeyince Woojin bardağı ağzına götürdü. Göz göze geldiklerinde ise Sunggoo konuştu.

“Abi.”

“Evet. Ne var?”

“Neden bir şey söylemiyorsun?”

“Ne hakkında?”

Sunggoo kafasını Do-jiwon’a doğru salladı ve manalı, manalı bakışlar attı.

“Ne? Kafasındaki kellik mi?”

“......”

Ha? Nasıl bu kadar rahat dillendirebiliyordu böyle şeyleri?

“Ne olmuş ki?”

“Ne?”

“Ne sorun var ki?”

“...sen bundan rahatsız değil misin abi?”

“Ne olacak ki?”

Woojin sojuyu bir dikişte içti.

“Küçük bir yara izi var sadece. Bundan ölecek değil ya?”

“......”

Anlatmaya çalıştığı bu değildi.

“Ne yani? Sen acıyor musun ona?”

“Tabi ki. Niye üzülmeyeyim ki?”

Woojin sırıttı.

Savaşların sonunun gelmediği Alphen’de yaşamıştı. Birisinin yaşayabilmesi için silahlanmasının gerektiği bir dünyada büyümüştü.

Deforme olmuş bir görünüş mü? Engelli olmak mı?

Eğer birisi iki ayağıyla koşabiliyor ve iki eliyle bir mızrak tutabiliyorsa normal bir insan olarak kabul edilirdi.

Bu yüzden Woojin’e göre, Jiwon sadece kafasında yara izi olan bir kadındı. Bunun dışında Jaemin’in ablası ve 5 yıl öncesinden okul arkadaşıydı.

Hiçbir şey değişmemişti.

“Bana biraz daha içki doldur. Keyfim çok yerinde.”

Sunggoo, Woojin’in sözlerine cevap vermedi. Woojin’in suratı asılmaya başlamıştı ve suratının kızarmasına bakılırsa çok içki içmişti.

Sunggoo cesaretini topladı.

“Bazen senden çok korkuyorum abi. Çok acımasızsın.”

“Ha.”

Woojin şaşırınca Sunggoo aniden yerinden kalktı.

“Kore’de bir kadının yüzünde yara izi olması ölümden bile daha kötü bir kaderdir.”

“Ne?”

Sunggoo irkildi ve kaskatı kesilmiş bir şekilde yana geçti. Ardından restorandan çıktı. Woojin’in bardağı hala havada duruyordu. Sunggoo’nun çıktığı kapıdan bakınca suratında afallamış bir ifade vardı.

“Ha-ah.”

Woojin bardağı bıraktı ve soju şişesini alıp kendisi doldurdu.

Ggol, ggol.

“Ben de kendim doldururum.”

Woojin bir bardak sojuyu daha boşalttı. Sonra da birkaç parça bağırsak aldı. Çiğnerken de Jiwon’a baktı.

“Ne olmuş ki?”

Alphen’in hoyrat kadınlarına alıştığı için mi böyle hissediyordu acaba? Çünkü burası Alphen olsaydı o boyutta bir yarayı kimse utanıp kapatmazdı. Aksine, gururla gösterirdi bu izi. Ne de olsa canavarlardan aldığı yaralara rağmen hayatta kaldığını gösteriyordu bu iz.

Kısacası onur madalyası gibi bir şeydi bu.

“Neden bu kadar büyük bir problem anlamıyorum. Hala çok güzel bence.”

Harika bir vücudu ve çok güzel bir yüzü vardı ne de olsa. Yara izi de sadece basit bir yara iziydi.

“Öfff. Dünya...”

Alphen’de yaşamaya çok mu alışmıştı? Alphen’dekiler ve buradakilerin nasıl düşündüğü arasındaki fark çok mu büyüktü acaba?

Şimdi çıkıp bir psikoloğa gitse acaba hastaneye yatırırlar mıydı onu?

“Çok değiştim. Her şey çok değişti...”

Çok fazla şey değişmişti. Kendi isteğiyle bir canavara dönüşmüştü. Ayrıca son 20 yıldır her gün evini özlese de eninde sonunda her şeye yabancılaşmıştı.

Bir bardak sojuyu daha kafasına dikti Woojin.

Bardağını tekrar doldururken, bir an Jiwon’a baktı.

“O şerefsiz var ya! Şimdi kafamdan çıkaramıyorum onun yüzünden.”

Sunggoo’nun söyledikleri onu yok yere rahatsız ediyordu. Bardağını tekrar boşalttıktan sonra yere düşen şapkayı aldı ve tekrar kafasının üstüne koydu.

Ggol, ggol.

Bardağını doldururken sesli bir şekilde konuştu.

“Ah, bu son bardağım olacak.”

Woojin lokantanın iç kısımlarına baktı. Dükkânın sahibi olan teyze çoktan gidip uyumuştu. Demek ki içtikten sonra kendi başlarına ayrılmaları gerekiyordu.

“Ohhh.”

Woojin son bardağı da boşalttı ve Jiwon’un omzuna dokundu.

“Hadi eve gidelim.”

“......”

“Öfff.”

Woojin kendinden geçmiş Jiwon’u kucağına alıp taşıdı.

*

“Aman Allah’ım. Şu kadına bak.”

“Ölmüş mü? Bu adam mı onu bu hale getirdi acaba?”

“Ooof. İğrenç.”

“Sanırım az önce yediğim her şeyi kusacağım. Iyy.”

Woojin, Jiwon’u kucağında taşıyordu. Şapka her kaydığında ise etraftaki herkes onlara bakıyor ve bu da Woojin’in çok sinirini bozuyordu.

Keyifli, keyifli içki içtikten sonra bunu çekmesi şart mıydı?

Woojin tam onun şapkasını geri takıyordu ki aklına bir fikir geldi. Bir markete yaklaştı ve Jiwon’u bir dakikalığına sandalyeye oturttu. Ardından markete girdi.

*

“Hiçbir sorun çıkmayacaktır kesin.”

Jaemin eve dönerken endişeli bir şekilde iç çekti. Eskiden ablası bir kraliçe arı gibi olmasıyla övülürdü.

Ancak kazasından sonra her şey değişmişti.

Eskiden ağırbaşlı ve kuralcı bir insandı. Ayrıca neşeli bir karakteri vardı ve görünüşü... Tabi bu da yetmezmiş gibi etrafındaki insanlar da değişmişti.

Ailesinden kalan tek kişi için bir fabrikada çalışıyor ve para kaza kazanıyordu. Jaemin de ablasının nasıl hissettiğini bildiği için asla sıkıntı çıkarmadan sadece çalışıyordu.

Bi, bi, biip.

Kapıyı açtığında yavru kedinin yatağında yattığını ve televizyon izlediğini gördü.

Hı? Bunda bir tuhaflık vardı.

Jaemin şaşırmıştı. Ayakkabısını çıkardı ve odasındaki televizyona baktı. Pororo isimli bir çocuk programı açıktı.

“Ha? Sen mi açtın bunu?”

“Miyavv.”

Kedi sevimli bir şekilde miyavladı. Jaemin ise ona bakıp güldü. Bu kedi nasıl televizyonu açmış olabilirdi ki? Büyük ihtimalle yanlışlıkla basmıştı kumandaya.

“Off. Abi kedi getirdi ama kedinin ihtiyaç duyabileceği hiçbir şeyi almadı.”

Jaemin üniformasını çıkardı ve bilgisayarın başına geçti. Arama motoruna girdi ve kedi bakarken gerekli olan kum kabı, kum ve kedi maması gibi şeylere baktı. Ardından kedinin tüm gün evde tıkılıp kaldığını hatırladı bir anda.

“Ha-ah. Gel buraya.”

“Miyaaav.”

Sanki insanları anlıyormuş gibi ona ellerini uzattığında bile kaçmadı. Kedinin gözlerinin içine baktı Jaemin.

“Hehe. Çok şeker bu. Aç mısın Bibi?”

Jaemin bir anlığına kediyi masanın üstüne koydu ve buzdolabını açtı. Her zaman aldığı sosisten verecekti ona ama...

Birisi mi yedi onu?

“Ha?”

Yediğini hatırlanıyordu ama sosis gitmişti. Çöplüğe baktı ve sosisin plastik kaplamasını oraya atılmış buldu.

“Ha. Abi gerçekten...”

Bir kedi dolabı açıp sosisi asla alamazdı. Yani suçlu Woojin’di. Durum böyle olunca kedi için gerekli şeyleri almaya bir markete gitti Jaemin.

Woojin ona bolca harçlık verdiği için para sıkıntısı çekmiyordu. Bu yüzden parasını kediye harcasa bile sorun olmazdı.

“Hehe. Lezzetli mi?”

“Miyaav.”

Jaemin konserveyi açtı ve kediye baktı. Yavru kedi Bibi mamayı birkaç kez kokladı ama yemeyecekmiş gibi duruyordu.

“Ha? Niye yemiyorsun? Biraz yemeyi denesene.”

Beklenti dolu gözlerle kediye baktı ve kedi bir iç çekti. Ha? Kediler bu kadar manalı, manalı bakabiliyor muydu? Neyse. Bir iç çekti ve konservenin içindekileri yalamaya başladı.

“Miyaaaaaaaav!”

Dilinin ucu mamaya değer değmez kedinin gözleri kocaman açıldı ve bütün konserveyi yedi.

“Hehe. Bol bol ye.”

Tüm gün bir şey yememişti ve bu yüzden çok aç olmalıydı. Hepsini yediğinde ise tatmin olmuş şekilde kediye baktı ve bilgisayarının karşısına geçti. Her zamanki gibi biraz internette dolandı ve sonra ön kapıya baktı.

“Son zamanlarda ben...”

Jaemin genelde yalnız yaşıyordu ama Woojin geldikten sonra yalnız başına pek zaman geçirememişti.

“Tam zamanı.”

Jaemin hızlıca kafasından hesapladı. Yetişkinler içki içtikleri için en az 2 saat gitmiş olacaklardı. Jaemin de tüm bu süre boyunca yalnız kalacaktı.

O da fare imleciyle bilgisayarının derinliklerine sakladığı dosyalarını buldu.

*

“Off. Bu şerefsiz niye açmıyor telefonunu?”

Jaemin telefonunu açmıyordu. Bu yüzden Woojin de Jiwon’u taşırken kendisi kapıyı açtı.

“Miyaavvv.”

Bibi ona doğru koştu ve vücudunu onun bacağına sürtmeye başladı. Gerçekten de efendisini çok özlemişti.

“Efendim sizi son gördüğüm seferden beri daha da güçlenmişsiniz miyav.”

“Biraz seviye atladım. Neyse. O niye uyuyor?”

Woojin, yatakta kendinden geçmiş Jaemin’i işaret etti. Yüzünde mutlu bir ifadeyle bayılmış kalmıştı.

“Miyav. İnsanların çiftleşmesini izleyip kendi kendine eğleniyordu. Bende güzel bir rüya görmesine yardımcı oldum.”

Düşük seviye iblis. Kâbus. Succubus Bibi.

Sadece kâbus değil, Bibi’nin uzmanlık alanı aslında erotik rüyalar yaratmaktı.

“Hadi ya. Çocuğa boşu boşuna ıslak rüya gördüreceksin desene...”

“Miyavv. Şimdi kesin cennette gibi hissediyordur.”

“Neyse. Battaniyeyi aç sen.”

“Miyaav.”

Bibi dolabı açtı ve bir battaniye çıkardı. Bu gücünü görünce onun sadece bir kedi olduğunu düşünmek zor geliyordu.

Woojin, Do-jiwon’u battaniyenin üstüne yerleştirdi ve arkasına döndü.

“Oh. Ben gidiyorum.”

“Miyav.”

Bibi, Woojin’in omzuna zıpladı. Woojin bir an bir motel bulmayı düşündü ama civarda hiç yoktu. Sonra da tekrar evine dönmek geçti aklından ama ondan da vazgeçti.

Kâbus gördüğüne şahit olmalarından korkuyordu. Şükür ki bu modern zamanlarda her kapıyı açan bir anahtar vardı elinde. Para.

Çekiç loncasının yakınındaki bir otele gitti.

Çalışan, otelde kalırken evcil hayvanını yanında getiremeyeceğini anlattı. Woojin de çalışana, kediyi başka bir yere götüreceğini söyledi. Dışarı çıkıp Bibi’nin çağrısını iptal etti ve ardından kendine bir oda tuttu.

“Çık dışarı Bibi.”

Odasının kapısını kilitledikten sonra Bibi’yi çağırdı Woojin. Siyah bir duman ortaya çıktı ve sonra bir kedi şeklini aldı.

“Miyav. Bu bir otel mi miyav?”

“Aynen öyle. Bu oda 300 dolar ediyor.”

“Miyav. Dünya yaşamak için çok güzel bir yer. Doğru ya. Şu kedi maması denen şey de çok lezzetli miyav. Dünyadaki kediler öyle lezzetli şeyleri yiyerek büyüyorlar. Mutlu bir gezegen burası. Gelecek sefere bana da biraz verin miyav.”

Woojin sırıttı.

“Bu arada Bibi.”

“Miyav?”

“Trahnet istila etmeden önce Alphen nasıl bir yerdi hatırlıyor musun?”

“Miyav. Anlaşma yaptığım ilk kişi sizsiniz o yüzden bilmiyorum miyav. Ondan öncesinde iblis dünyasında yaşıyordum.”

“Hımm. Hızla seviye atlamam lazım o zaman.”

Lich’i çağırabilmesi en az seviye 80 olması gerekiyordu.

“Bayağı geç oldu. Hadi geçip yatalım.”

“Miyav.”

Woojin yatağına yattı ve Bibi de Woojin’in yastığının yanına kıvrıldı. Kısa bir sessizlikten sonra Bibi Woojin’in nefesini duymaya başladı ve gözleri o anda kapkara kesildi.

“Aaaaaah! Sizi aşağılık iblisler.”

Woojin’in kontrolü tarafından bastırılan kötü ruhlar, Woojin’in etrafında fırıl, fırıl dönmeye başladı. Onun bilincinin kapanmış olmasından faydalanıyorlardı ve varoluşlarının tek amacı Woojin’e işkence etmekti.

Ona sadece düşük düzey succubus Bibi yardım edebiliyordu. Kötü ruhların Woojin’e işkence etmesini engelliyordu.

Hepsini kabusa çevirerek Woojin’in rüyalarını kontrol ediyordu.

*

Woojin bilincini kaybetmeye başlamıştı.

Benliği sanki bir boşluğa çekilmiş gibi hissediyordu. Bilincinin derinliklerindeydi.

Sanki hiç durmaksızın batıyor gibiydi ve yapışkan bir sıvı uzuvlarını bağlarken titrediğini hissetti.

Kırmızı ve yapışkandı.

Woojin bir kan gölünün üstünde duruyordu. Kan koyulaştı ve sarsılıp dalgalar yarattı. Dalgalar da ellere dönüşüp bileklerinden kavradılar.

[Bizi terk etme.]

Eller ona doğru dönüp uzamaya başladılar. Çarpık elem dolu yüzler ümitsizliğin ta kendisiydi.

[Lütfen kurtar bizi.]

Bu insanlar bir kenara atılmıştı. O, bu insanları bir kenara atmıştı.

[Bizi... Hükümdarımız... Bizi bu acıdan kurtar.]

Bazılarının sadece elleri ve bazılarının da sadece vücutlarının üst kısmı vardı. Bir sürü boyut ve biçimde cesetler vardı. Cesetler, Woojin’in vücuduna tutunuyorlardı.

Woojin onlardan kurtulamıyordu. Tek bir adım bile atamıyordu.

Sessizce her şeye dayanıyordu.

[Ah, Alandal’ın Hükümdarı...]

Woojin’in normalde neşe dolu olan gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Bu yaşlar pişmanlık ve içinden atamadığı bir sevgiyle doluydu.

“Özür dilerim...”

Bunlar onun öldürdüğü canlılar mıydı? Hayır.

Bunlar koruyamadığı canlılardı. Koruyamadığı insanlar kötü ruhlara dönüşmüş ve etrafını sarmıştı. Bu ruhların gidecek bir yerleri yoktu ve kinlerini bırakamıyorlardı.

“...Koruyamadığım için özür dilerim... Çok özür dilerim.”

İşte bu şekilde Woojin her şeye dayanabiliyordu.

Ancak Woojin, ceset tarlasındaki kötü ruhlar bataklığında yutulmadan önce uzaktan bir patlama sesi duydu.

Büyük bir penguen, iki ayağı üzerinde yürüyen bir dinozor, kunduz, ayı ve hatta bir tilki ortaya çıktı.

Pororo’nun iri arkadaşları ona saldırdı.

“Bugünkü kabusta bunlar mı beni kovalayacak?”

O fark etmeden kaybolmuştu kötü ruhlar ve eğer Pororo’nun arkadaşları tarafından ezilirse kesin ölüp gidecekti. Onlar tarafından kovalanırken gülümsedi Woojin.