Şu Glen Zenard denen adamda mı acaba zamanda geriye gitti "bir şeyle değişmiş" dedi çünkü sanki azizeyi daha önceden de tanıyormuş gibi
Hmm.. bu herifin tekin biri olmadığını biliyordum belki roller değişir yalnız öyle olursa efsane olmaz mı
Novel Günleri - Bilgilendirme!
Bölümün tamamını okumak için üye olmalısınız! Üye olmak için tıklayınız.
36. Bölüm 36
Lubella emin adımlarda Büyük Tapınak'ın koridorlarında yürüdü. Omuzları dik, adımları sertti. Davranışlarında eski ürkek Lubella'dan eser yoktu. Weig, sessizce Lubella'yı takip etti. Windne'den yeterince uzaklaştıktan sonra Lubella rahat bir nefes aldı.
“Oh~!”
Lubella omuzlarını gevşetti. Sonra aniden arkasını döndü.
“Nasıldım? Bay Zich'in dediği gibi davranmaya çalıştım.”
“Mükemmeldin.”
O kadar mükemmeldi ki Weig, Zich'in onu fazla etkilediğini düşünüp endişelenmeye başlamıştı.
“O ikisi artık seni rahatsız etmeye cesaret edemez.”
Her şeyden önce Lubella ile aynı statüde değillerdi; ikisi de Azize Adayı olsa da her Azize Adayı bir değildi.
Lubella kararlı bir tavırla, “Umarım edemezler. Ama ederlerse de önemli değil. Bundan sonra karşılık vereceğim. Özellikle de bugün yaptıkları gibi beni aşağılamaya devam ederlerse.”
“Hala ona tokat attığına inanamıyorum. O da Bay Zich'in tavsiyesiydi değil mi?”
“Evet.”
Lubella Zich'e Windne'nin kendisine nasıl davrandığını anlatınca Zich ona tokat atmayı denemesini söylemişti. Herhangi bir anlaşmazlıkta her ne kadar durum, kişi ve şartlar önemli olsa da Zich, Lubella'dan ona kötü davranan kişilere tokadı yapıştırmasını istemişti.
Bu tavsiye üzerine Lubella'nın kararsız kaldığını görünce de şiddete başvurmadan önce defalarca durumu gözden geçirmesini, eğer sorun başka hiçbir yolla çözülemeyecekse çözümü şiddette arayabileceğini ve karşısındakini tokatlayabileceğini söylemişti. Zich, Lubella'nın zaten daha önceden kendi kendine verdiği tavsiyeyi süsleyip püsleyip ona geri sununca dilini şıklatmıştı. Ama yine de Zich'ten gelen bir tavsiye olduğu için bu tavsiyeyi aklına kazımıştı.
“Söylemeden edemeyeceğim, ilk kez şiddete başvurdun değil mi? Nasıl hissediyorsun?”
Lubella, Windne'ye tokat atan eline baktı.
“Çok değişik duygular içerisindeyim. Birini incittiğim için suçlu hissediyorum. Başka bir çözüm bulamadığım için pişmanlık duyuyorum ve bir gün gelir de en küçük terslikte şiddete başvuran bir insan haline gelirim diye korkuyorum.”
Lubella'nın böyle hissetmesi çok doğaldı. Hayatı boyunca hep şiddetten uzak yaşamıştı ve en küçük bir şiddet gösterisinde bulunmaktan suçluluk duyuyordu.
Ancak bütün bu karmaşık duygulara rağmen Lubella, “Ama iyi geldi.” diye ekledi.
Weig kahkahayı bastı.
“Bence Karuwiman'ın Azizesi olarak kötülerle savaşmaya hazırsın.”
“Daha Azize değilim.”
“Artık an meselesi. Ama lütfen dikkatli ol. İnsanları korumak ve adaleti sağlamak için güçlerimizi kullanmaya mecburuz ama kendimizi kaptırmamalıyız. Sınırı aşarsan yalnızca Azizeliğini değil onurunu da kaybedersin.”
“Bunu aklımdan çıkarmayacağım.”
“O halde Papa'nın toplantısı bitmek üzeredir, gidip onunla konuşalım.”
İkisi de Papa ile buluşmaya gitti.
* * *
Lubella, Papa'ya uzun bir bildiri teslim ettikten sonra Weig'den ayrıldı. Bu bitmek bilmeyen meşakkatli yolculuktan sonra nihayet odasına doğru yürürken neredeyse ayakları yere değmiyordu.
“Merhaba, iyi günler.”
Karşısında yakışıklı, yapılı, uzun bir adam duruyordu. Bir Karuwiman'lı değildi— göğsünde taşıdığı broştan Fahri Kutsal Şövalye olduğu anlaşılıyordu.
“Bakıyorum da Fahri Kutsal Şövalyelerdensiniz. Bir Karuwiman'lı olarak teşekkürlerimi sunuyorum.
Lubella'nın öncesinde Zich'e vermek istediği broştu.
“Olur mu, bir yabancı olarak Karuwiman'a hizmet etmek benim için bir onurdur."
Adam gülümseyip kendisini tanıttı, “Ben Glen Zenard. Rahip Luce'un tavsiyesi sayesinde Fahri Kutsal Şövalye unvanını almaya layık görüldüm.”
“Oh, Rahip Luce'un tavsiyesiyle demek.”
Uruwon Luce. Henüz bir Yüce Rahip değildi ama çok erdemli ve imanlı olmasıyla bilinirdi, hatta sıradaki Yüce Rahip'in Luce olacağına dair söylentiler dolaşıyordu. Luce'un kefil olduğu biri olduğu için Lubella bu adamın güvenilir biri olduğunu düşündü.
“Sormamda bir sakıncası yoksa, siz Leydi Aine Lubella, Azizeliğe aday gösterilenlerden biri misiniz?”
“Evet. Pek çok eksiğim olsa da Azize Adayı olarak gösterildiğim için şanslıyım.”
“Anladım.”
Lubella emin olamıyordu ama sanki Zenard ona biraz çelişkili gözlerle bakıyordu. Ancak biraz daha dikkatli bakınca yüzünde hiç çelişki belirtisi olmadığını gördü.
'Yanlış anladım herhalde.'
Lubella'nın Zenard'a söyleyecek başka bir şeyi yoktu. Tam ona veda edip odasına dönecekti ki Zenard, “Bu sefer çok zorlu bir deneyimden geçtiniz, değil mi?” dedi.
“Evet?”
“Sizi sıkıntılı gördüm.”
'Ne? Öyle mi duruyorum?'
Lubella yüzüne dokundu. İfadelerine kolay hakim olamıyordu, ama özellikle canını sıkan bir durum da yoktu.
'Hala beni korumak için canlarını veren Kutsal Şövalyelere olanlara mı üzülüyorum acaba?'
Ama bu zaten hallolmuştu. Anma töreninin başında Lubella olacaktı ve onlar için dua edecekti. Dahası onları kalbine kazıyarak yaptıkları fedakarlıkları sonsuza dek hatırlayacaktı. Lubella'nın aklına gelenler bunlardı.
“Bana neyin canınızı sıktığını söylemek ister misiniz? Belki bir yardımım dokunabilir.”
Yüzünden saflık akıyordu, bunu kendi çıkarı için söylemediği belliydi ama Lubella başını salladı.
“Hayır, sağolun. Teklifiniz için minnettarım ama hiçbir sıkıntım yok.”
“...Gerçekten mi?”
Zenard, mahcup olmuş gibi geri çekildi.
“Leydi Lubella, özür dilerim. Yanlış anladım. Ama size gerçekten yardım etmek isterim, o yüzden ileride bir sıkıntınız olursa lütfen bana gelin.”
“Çok nazik ve düşünceli birisiniz. Rahip Luce'un neden sizin isminizi verdiğini anlayabiliyorum. Söylediklerinizi aklımın bir köşesine yazıyorum.”
Lubella, hafifçe eğilerek selam verdikten sonra odasına doğru ilerledi. Zenard, o yürürken dahi gülümsemesini bozmadı. Ancak Lubella tamamen gözden kaybolur kaybolmaz suratı değişti.
“...Bir şeyle değişmiş.”
O nazik tavırları bir numaradan ibaretmiş gibi yüzü birden soğuk ve çarpık bir hal almıştı. Uzun bir süre Lubella'nın gittiği yöne baktıktan sonra Zenard arkasını dönüp karanlığın içinde kayboldu.
* * *
En büyük maden şehri olan Suol, Krallıkta kullanılan demirin yarısından fazlasının üretiminden sorumluydu. Güneş doğmadan maden bölgesine gitmek için yola koyulan madenciler şehre canlılık katıyordu. Bir ellerinde tek bir lamba, diğerinde ise çekiç ile madenciler pis ve karanlık mağarada toprak kazmak zorundalardı. Tehlikeli bir işti ama sert koşullar bir sürü dayanıklı ve harika iş çıkaran madenciler yetiştirmişti.
Suol halkının çoğu madencilik ile alakalı işlerden ekmek kazanıyordu ama herkes madenci değildi. Madencilikle alakası olmayan işlerden biri Canavar Yok Edicilikti. Bu dünyada canavarların bir tehlike unsuru oluşturmadığı tek bir yer bile olmadığını söylemek abartı olmazdı. Tehlikenin şiddeti bölgeden bölgeye değişiyordu ama Krallığın başkentinin bile canavarlarla başı dertteydi.
Ama Krallığın güvenli bir demir kaynağına da ihtiyacı vardı. Bu yüzden yılda en az iki kez olmak üzere Suol'de büyük çaplı bir canavar temizliği yapılıyordu. Dolayısıyla Suol diğer çoğu şehir ve kasabadan çok daha güvenliydi.
Yine de 'güvenli' kavramı göreceliydi çünkü Suol bile zaman zaman canavar saldırılarına maruz kalıyordu. Canavarlar bu dünyada var olduğu sürece hiçbir şehir ya da kasaba tamamen güvende değildi.
Güvenlikteki bu açığı kapatmak için Krallık ek bir sistem kurmuştu. Canavarları öldürecek insanlar buluyorlardı. Canavarları yakalayanlara belirli bir miktar para teklif ettikleri basit bir sistemdi. Basit olsa da bir noktaya kadar etkili bir çözüm sunuyordu. Krallığın yürüttüğü büyük çaplı temizlik kadar verimli olmasa da bir sonraki temizliğe kadar biriken canavar sayısını azaltmakta yardımcı oluyordu. Üstelik bu işi bir orduya yaptırmak daha pahalıya patlayacağından bu yöntem daha hesaplıydı. Hem de yetenekli savaşçılar bu sayede geçimlerini sağlayabiliyorlardı.
Bu sebeple çok farklı insanlar bu mesleği seçebiliyordu. Kimileri emekli paralı askerledi, kimileri seyahat masraflarını çıkarmak isteyen maceracılardı, bazıları ise borçlarını kapatmaya çalışan çiftçilerdi. Canavarlarla savaşabilen herkes bir canavar yok ediciliği yapabilirdi.
Kalın bir ağaç kökünün üzerine oturup sırtını gövdesine yaslayan Zich, “Yani tam bizlik bir iş.” dedi.
Onu dinleyen tek kişi Hans'tı ama Hans'ın ona cevap verecek tek bir saniyesi bile yoktu.
Kvekkkkk!
Ork çığlık atarak paslı baltasını savurdu. Yaydığı iğrenç koku Hans'ın burnunu doldurdu. Ama Hans pür dikkat orkun hareketlerine odaklanmıştı. Mantığıyla değil sadece kas gücüyle hareket eden ork, bir kez bile baltasını Hans'a geçirmeyi başarırsa Hans ciddi bir şekilde yaralanabilirdi.
Orghhhh!
Ork, Hans'a doğru atladı. Baltasının yarısı çürümüş sapına yapışıp var gücüyle Hans'ı ikiye ayırmak için elindeki silahı savurdu.
“Hup!”
Hans, atağa geçmeden önce sessizce orku izlemekteydi. Ayaklarını genişçe açtı ve kılıcını kaldırdı.
'Ne kada güç ve mana antrenmanı yaparsam yapayım hala acemiyim. Orkun yaptığı atakları salt gücümle bloke edemem. Onun yerine hamleyi saptırıp gücün boşa çıkmasını sağlamam gerek.'
Hans, Zich'in verdiği tavsiyeyi hatırladı. Aldığı zorlu eğitim ve kazanmış olduğu deneyimler sayesinde vücudunu Zich'in söylediği şekilde hareket ettirebiliyordu.
Zing!
Paslı bir balta ve kısa bir kılıç havada çarpıştı.
Orkun yaptığı güçlü hamlenin etkisiyle Hans, “Ahh!” diye acıyla bağırdı. Ama yine de kılıcını elinden düşürmedi.
Çığlık!
Baltası kılıcın üzerinde kayarken orkun vücudu öne doğru düşmeye başladı.
“Huuuuup!”
Hans haykırıp ve kollarını kastı. Ayağını ileri attı ve orkun yanına yaklaştı. Sonra kılıcını yana kaydırarak baltayı itti.
Whish!
Onu engelleyen hiçbir şey kalmamıştı ve Hans mükemmel bir yarım daire çizerek orkun boynunu kesti.
Puck!
Hans, orkun sert boynunun yalnızca yarısını kesebilmişti ama artık böyle durumlara alışmaya başlamıştı. Çabucak diğer tarafa geçip kılıcını geri çekti.
Sving!
Ork, olduğu yerde sallandı.
“Sizi inatçı piçler!”
Boynunun yarısı kesilen bir insan olsa paniğe kapılırdı ama bu orklar dünya umurlarında değilmiş gibi baltalarını sallamaya devam ediyorlardı. Nasıl yaratıklar olduklarını henüz tamamen anlamadan önce Hans birkaç kez ölümle neredeyse yüz yüze gelmişti. Ama orklarla daha iyi savaşabilmek için bu deneyimlerden ders çıkarmayı da başarmıştı.
Glurg!
Orkun boynundan kan fışkırdı. Gören herkes Hans'ın ölümcül bir darbe indirdiğini anlayabilirdi ama ork bu darbeye rağmen savaşmayı sürdürdü.
Hans, orkun bir eliyle bir oraya bir buraya yatan kan içindeki boynunu tuttuğunu, diğer eliyle de baltasına yapıştığını görünce az kalsın altına yapacaktı; ama en güçlü ork bile bu durumda fazla ayakta kalamazdı.
Plop!
Ork, birkaç adım attıktan sonra yere yığıldı. Hans dikkatli adımlarla yerde yatan orka yaklaştı.
Kess!
Ne olur ne olmaz diye Hans, orkun kafasını uçurdu. Orkun vücudu hiç hareket etmedi.
Sonunda bitmişti. Hans sonunda rahatlayabildi.
“Nihayet bitirdin mi?”
Zich, sıkıntıdan ölüyormuş gibi esnedi. Zich'in tavırları aşırı sinir bozucu olsa da Hans hiç sesini çıkaramazdı. Zich, hepsinden daha korkunçtu.
“Evet.” diye yanıtladı. Sesinde hiç güç kalmamıştı.
Zich kalkıp sallanarak yerde ölü yatan orka doğru yürüdü. İki metrelik cesedi sanki pamuktan bir çuval taşıyormuş gibi kolaylıkla kaldırdı. Sonra yanlarındaki kızağa yöneldi. Üzerinde birbiri üzerine yığılmış beş ork cesedi vardı.
Thud!
Bununla beraber altı ceset olmuştu.
“Şimdilik bu kadarı yeter. Geri dönelim.”
Zich nihayet Hans'ın duymak için can attığı kelimeleri söylemişti.
“Tabii, efendim!”
Hans'ın cevabı hiç olmadığı kadar enerji doluydu.